Felsefi anarşizm -I-
Devlet teleolojik bir özne değildir, ancak kurumsal bir rasyonaliteye ve kapasite biriktiren bir iç mantığa sahiptir. İrade çoğu zaman aygıtı kontrol edenlerin iradesiyle şekillenir, fakat bu kurumsal mantık, kimi anlarda onları da disipline eden bir özerklik gösterebilir.

Şiddet tekeli olarak devlet
1. Anarşizm sözcüğü, etimolojik açıdan inceleyecek olursak, Yunanca'daki "an" (yokluk, yokluğu, -sız) eki ve "arkhos" (yönetici, efendi, otorite) kelimesinin birleşiminden türemiştir. "Efendisiz", "otoritesiz", "yöneticisiz" anlamlarını taşımaktadır. Bir siyaset felsefesi olarak tanımlayacak olursak anarşizm, toplumsal yaşamın her bir alanının özgür bireylerin gönüllü, şiddetten uzak ve barışçıl etkileşimleri ile inşa edilmesini savunan, bu yüzden de tüm bu ilkelerin önündeki en büyük engel olarak gördüğü devlet aygıtının bu tür bir örgütlenme modelinde yeri olamayacağını, lağvedilmesi gerektiğini ileri süren bir ideolojidir.
2. Peki anarşizm neden devleti bu ilkelerin önündeki en büyük düşmanlardan birisi olarak tespit etmektedir? Anarşizmin bu tespite giden yoldaki düşünsel dayanakları, Max Weber'in devlet tanımlamasıyla paralellikler taşımaktadır. Weber'e göre devlet, belirli bir coğrafi alan üzerinde meşru şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran yapıdır. Tanımlamadaki "meşru" sözcüğünü çıkarırsak, anarşistlerin hemfikir olacağı bir tanımlamadan bahsedecek hale geliriz. Anarşizme göre devletin "meşru" şiddete sahip olması bir oksimorondur. Anarşist siyaset felsefesinde, tek meşru şiddet türü nefsi müdafaadır. Yani bir bireyin veya gönüllü rıza ile bir araya gelmiş bireylerden oluşan bir topluluğun, dışarıdan şiddete maruz kaldığında kendisini savunabilmesi için gerekli olan fiziksel önlemdir. Devlet ise, sahip olduğu yapısal ve saldırgan şiddeti, kendisine "vatandaş" olarak tabi kıldığı kimselere yöneltmektedir. Devletin bu şiddet tekelini meşrulaştırmak için öne sürülen en yaygın mit, onun tüm toplumun rızasıyla bir "toplum sözleşmesi" sonucu doğduğudur. Ancak anarşist ve materyalist tarih okumasına göre devlet, ortak iradenin bir ürünü değil, tam tersine, tarım devrimi sonrası ortaya çıkan mal fazlasını elinde tutan bir azınlığın, kendi sınıfsal çıkarlarını ve birikimlerini korumak için yarattığı zorba bir aygıttır. Devlet, ilk ortaya çıktığı andan itibaren, bir toplumsal koruma mekanizması değil, mal fazlasını kendi çıkarına biriktirerek ayrıcalık sahibi olmaya giden yolda kendi iktidarını inşa eden kimselerin egemenliğini güvence altına alma aracı olmuştur. Devletin "tüzel" bir kişilik olduğu ifadesindeki "kişilik" analojisi son derece başarısızdır. Zira devlet, ne vicdanı, aklı ve bedeni olan kanlı canlı bir birey, ne de bu bireylerin gönüllü katılımlarıyla oluşmuş bir toplumsal yapı değildir. Bu tüzel kişilik söyleminin arkasına baktığımızda, devletin aslında somut bir insan grubunun, iktidarı elinde tutan siyasal sınıfın, bürokratların ve onlarla çıkar birliği içindeki elitlerin, kullandığı bir aygıt olduğunu görürüz. Devlet teleolojik bir özne değildir, ancak kurumsal bir rasyonaliteye ve kapasite biriktiren bir iç mantığa sahiptir. İrade çoğu zaman aygıtı kontrol edenlerin iradesiyle şekillenir, fakat bu kurumsal mantık, kimi anlarda onları da disipline eden bir özerklik gösterebilir. Dolayısıyla, devlet "kendini müdafaa ettiğinde" veya "ulusal güvenliği" sağladığını iddia ettiğinde, aslında koruduğu şey iddia ettiği gibi tüm vatandaşların ortak iyiliği ve güvenliği değildir. Korunan şey, bu yönetici sınıfın elindeki iktidar mekanizmasının, yani hiyerarşinin ve şiddet tekelinin ta kendisidir. Devletin bekası, yönetici ve koordinatör sınıfın bu şiddet tekelini sürdürebilmesine bağlıdır. Bu nedenle devletin şiddeti, iddia ettiği gibi vatandaşı dışarıdaki bir düşmana karşı korumaya değil, öncelikli olarak devletin kendisini bizzat "vatandaş" etiketini verdiği bireylere karşı korumaya yöneliktir. Zira devlet aygıtı için en büyük potansiyel tehdit, onun varlığını ve meşruiyetini sorgulayabilecek olan kendi tebaasıdır. Bu, vatandaşın değil, aygıtın ve o aygıtı kontrol edenlerin kendilerini müdafaasıdır. Son olarak önemli bir nüans daha var: Devleti yalnızca egemen sınıfın pasif bir kuklası olarak görmek eksik kalır. Yukarıda da yazdığımız gibi devlet teleolojik bir özne olmasa da kurumsal bir rasyonaliteye ve kapasite biriktiren bir iç mantığa sahiptir. Modern devlet kuramı, devletin göreli özerkliğini, kendi çıkar mantığı, kurum içi rasyonaliteleri ve kapasite birikimi bulunan bir aygıt olduğunu vurgular. Michael Mann'ın ayrımıyla, devletin "despotik gücü" (tepeden, seçkinlerin keyfî dayatmaları) ile "altyapısal gücü" (vergi, sayım, kayıt, standartlar, ulaştırma/iletişim ağları üzerinden topluma nüfuz eden icra kapasitesi) farklıdır. Altyapısal güç arttıkça, devlet zaman zaman egemen sınıf fraksiyonlarıyla çatışabilen ve onları disipline edebilen bir kurumsal mantık da geliştirir. Theda Skocpol'ün işaret ettiği üzere, devletlerarası rekabet, askeri, ekonomik baskılar ve idari zorunluluklar, yönetici sınıf koalisyonlarından bağımsız olarak merkezileşme ve reformları tetikleyebilir. Anarşist eleştiri açısından bu nüans, tezi zayıflatmaz, tersine güçlendirir. Tahakküm yalnızca kimin elinde olduğundan değil, bizzat aygıtın kapasitesinden ve yeniden üretim mantığından kaynaklanır. Bu yüzden el değiştiren bir devlet, aynı kurumsal mantığıyla tahakkümü yeniden üretmeye meyleder. Sonuç olarak sorun yalnızca iktidarın kimde olduğu değil, bizzat hiyerarşik aygıtın altyapısal gücüdür. Bir sonraki maddede ele alacağımız yöneten-yönetilen ayrımı tam da buradan doğar.
3. Devletle ilgili bir problem de, aslında ikinci maddeden de çıkarılabileceği üzere, hiyerarşik bir yapıda olması, bu nedenle de yöneten ve yönetilen ayrımını yaratmasıdır. Bu yöneten-yönetilen ayrımı, insanlar arasında yapay bir güç dengesizliği ve eşitsizlik yaratır. Burada bahsedilen eşitsizlik, insanların yetenekleri ve tabiatlarındaki farklılıklardan kaynaklanan organik bir eşitsizlik değildir. Devlet aygıtının iktidarına sahip olan sınıfın ve koordinatörlerin, devlet aygıtının dayatmalarına tabi olan kimselere kıyasla çok daha fazla güce sahip olmaları üzerinden okunan bir eşitsizliktir. Bu bağlamda, Lord Acton'un "Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır." sözü, üzerine düşünmeyi gerektirecek bir düzlem oluşturur. Anarşistler, hiç kimsenin bir başkası üzerinde hükmetme, onu yönetme veya onun adına karar verme hakkına sahip olmaması gerektiğini savunur. Devlet ise bu hakkı kurumsallaştırır ve kendi elinde tekelleştirir. Bu hiyerarşi, bireylerin kendi hayatları ve toplulukları hakkında karar verme yetisini, yani özyönetim potansiyelini ellerinden alır ve onu merkezi bir otoriteye devreder. Bir başka ilintili mesele ise, devletin yapısal olarak dayatmacı olmasıdır. Devlet, rızaya veya gönüllülüğe değil, zorunluluğa dayanır. Hiç kimse doğarken bir devlete üye olmayı ve o devletin yasalarına tabi olmayı gönüllü olarak onaylamaz. Bir devletin topraklarında doğduğu an, rıza verebilecek yaşa gelmeden o devletin kurallarına, vergilerine ve yönetimine tabi kılınır. Kişi vatandaşlıktan çıkmak istediğinde bu ya mümkün olmaz, ya da vatandaşlıktan çıkması halinde yaşamını idame ettirmesi için gerekli olan birçok şeyi yapabilme şansını kaybeder. Daha vurucu bir deyişle "vatansız" bırakılır. Öte yandan, devletin resmi ideolojisini özümsemiş kimseler tarafından "hain" veya "yabancı" olarak damgalanarak yoğun bir toplumsal baskı ve dışlanmayla karşı karşıya kalır. Böyle bir durumda, bu kişinin üzerinde yaşadığı toprak parçasını değiştirmesi de tam bir çözüm olmaz. Zira modern dünya, topraklarının istisnasız her bir karışının devletler tarafından parsellendiği küresel bir sistemdir. Dolayısıyla bir devletin yetki alanından çıkmak, kaçınılmaz olarak bir diğerinin yetki alanına girmek demektir. Bu, bireyi özgürleştirmez, sadece bir efendinin otoritesinden kurtulup bir diğerininkine tabi olmak anlamına gelir. Sosyalist veya kapitalist, ideolojik ve sosyoekonomik görünümleri ne kadar farklı olursa olsun, her devlet temelinde aynı hiyerarşi, zorbalık ve gözetim mantığı üzerine kuruludur. Yeryüzünün devletler tarafından gerçekleştirilmiş küresel kuşatılmasının en somut kanıtı ise serbest dolaşım hakkının fiilen ortadan kaldırılmış veya belirli anlaşmalarla belirli devletler arasına indirgenmiş olmasıdır. Sınırlar, pasaportlar ve vizeler, insanın en temel özgürlüklerinden olan hareket etme özgürlüğünü devletlerin iznine tabi kılan birer denetim aracıdır. Bireyin bedeni dahi, bir coğrafyadan diğerine geçmek için izin istemek zorunda olduğu bir mülke indirgenmiştir. Bu tablo, sorunun tekil bir devlet değil, bizatihi "devletler sistemi" olduğunu gösterir. Birey, sadece bir hükümetin değil, küresel bir zorunluluk haline gelmiş olan devlet mantığının kendisinin tutsağıdır.
(devam edecek)