Felsefi anarşizm -IV-

Homo Sapiens türü, varoluş tarihinin %96'sına yakınını devletsiz, hiyerarşisiz ve büyük ölçüde eşitlikçi topluluklar halinde geçirmiştir. (Homo Sapiens'in Afrika'da ortaya çıkışı 300 bin yıl öncesine dayanır. Bunun 288 bin yılı avcı-toplayıcı dönem, geri kalan süre ise 12 bin yıl.) Eğer insanlık kavramını modern insanla sınırlamaz ve daha "ilkel" atalarımızı da işin içerisine katacak olursak (Homo Erectus, Homo Habilis), bu oran %99.5'a kadar varmaktadır.

Felsefi anarşizm -IV-

10. Anarşizm bir "mutlak özgür irade" metafiziğine dayanmak zorunda değildir. Tartışma, "kararlarımız belirlenmiş midir?" sorusundan çok, "kararlarımızı kimin veya neyin belirlediği" sorusudur. Eğer insanların kararları çevreleri tarafından şekillendiriliyorsa, o halde hiyerarşik, baskıcı ve eşitsiz bir çevre, insanların pasif, itaatkar ve güvensiz olmasını belirleyecektir. Buna karşılık, özgürlükçü, eşitlikçi ve dayanışmacı bir çevre ise, insanların sorumlu, yaratıcı ve özerk olmasını sağlayacak koşulları belirleyecektir. Anarşizmin amacı, her bireyin potansiyelini en üst düzeye çıkaracak, yaşamları üzerinde azami kontrol sahibi olmalarını sağlayacak çevresel koşulları yaratmaktır. Siyasi özgürlük, dışsal bir insan otoritesinin zorla dayatmasından azade olmaktır. Bu durum, nörobilimsel bir tartışmadan bağımsız bir politik ilkedir.

Bu cevap meseleyi tam olarak sona erdirmiyor, zira özgür iradenin tam noksanlığı varsayımı bir başka soruyu da gündeme getirmektedir. Gerçekten de, eğer her şey belirlenmişse, bir değişim veya bir değişim fikrini benimseme eylemi nasıl mümkün olabilir? Bu soru, belirlenmiş irade kavramını pasif, değişmez ve etkisiz bir irade olarak yorumlama eğiliminden kaynaklanıyor. Halbuki determinist bir çerçevede irade veya istenç, etkisiz değildir, nedensellik zincirinin bir halkasıdır. Yani, düşüncelerimiz, arzularımız ve eylemlerimiz, önceki nedenler tarafından belirlenmiş olsa bile, aynı zamanda kendileri de birer neden olarak gelecekteki olayları belirlerler. Bu bağlamda, anarşizmi benimsememiz de bu nedensellik zinciri içinde gerçekleşen bir olay haline gelir. Bir insanın devlet, kapitalizm ve diğer tahakküm mekanizmaları altında ezilmesi, sömürülmesi, yabancılaşması ve acı çekmesi, o kişide mevcut düzene karşı bir hoşnutsuzluk ve değişim arzusu yaratır. Bu acı, değişimi tetikleyen en temel nedensel itkidir. Bu tepki, soyut bir seçim değil, somut bir yaşam deneyiminin doğrudan bir sonucudur. Bu acıyı ve hoşnutsuzluğu yaşayan bir insan, durumunu açıklayacak ve bir çıkış yolu sunacak bir fikirle karşılaştığında, düşünsel dünyasında yeni bir neden ortaya çıkar. Anarşist felsefe, bu kişinin yaşadığı acıya bir anlam verir, sorunun kaynağını (tahakküm yapıları) teşhis eder ve bir alternatif (anarşist özgür örgütlenme) sunar. Bu yeni bilgi, kişinin beynindeki nedensellik ağını değiştirir. Bir insanın anarşist argümanları okuması, düşünmesi ve mevcut sistemin çelişkilerini görmesi, rasyonel bir süreçtir. Bu süreç de, belirlenimci bir perspektiften bakıldığında, nörobiyolojik olarak belirlenmiştir, ancak bu onun bir akıl yürütme süreci olduğu gerçeğini değiştirmez. Kişi, anarşizmin kendi deneyimleri ve gözlemleri için en tutarlı ve mantıklı açıklama olduğuna "ikna olur". Bu ikna olma hali, onun anarşizmi benimsemesini "belirler". Yani anarşizmi benimsemek, keyfi bir sıçrama değil, mantıksal bir varış noktasıdır. Bu bağlamda anarşizmin peşinde olduğu özgürlük, doğa kanunlarını veya nedenselliği kırmak gibi metafizik bir özgür irade değildir. Anarşist özgürlük, insan yapımı, keyfi ve zorba tahakküm zincirlerinin kırılmasıdır. Amaç, bir insanın hayatının, başka bir insanın veya bir kurumun dayattığı zorunlu nedenlerle değil, mümkün olan en üst düzeyde kendi içsel nedenleriyle (kendi aklı, arzuları, vicdanı vs.) ve topluluğuyla kurduğu gönüllü anlaşmalarla şekillenmesidir.

Gelelim meselenin diğer kısmına, yani anarşist doğrudan demokrasi ve katılımcılığın meritokratik eleştirisinin eleştirisine. En zeki ve en yetenekli uzmanlara bile mutlak bir karar alma gücü verdiğinizde, Lord Acton'un uyarısı devreye girer; güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır. Bir süre sonra öncelikleri, uzmanlıklarını toplum yararına kullanmak değil, kendi güçlerini ve imtiyazlı konumlarını korumak haline gelir. Kendi içinde kapalı, yeni bir yönetici sınıf oluşur. Ayrıca, hiçbir uzman her şeyi bilemez. Toplum, tek bir uzmanın veya bir uzmanlar komitesinin yönetemeyeceği kadar karmaşık, çok katmanlı bir  organizmadır. Örnek vermek gerekirse, bir mahalleden otoyol geçirme kararının sonuçlarını, o mahallede yaşayanlar, projeyi çizen şehir plancısından çok daha derin bir şekilde yaşayacaktır.

Dahası, anarşizm uzmanlığa karşı değildir, uzmanların otoritesine karşıdır. Anarşist bir toplumda doktorlar, mühendisler, bilim insanları ve diğer uzmanlar hayati bir role sahip olacaktır, ancak bu rol bir yönetici rolü değil, bir danışman, eğitmen ve kolaylaştırıcı rolüdür. Bu durumu bir örnekle açıklayalım: Bir topluluk bir köprü inşa etmeye karar verdiğinde, mühendislere danışır. Mühendisler, teknik bilgi sunar; bu zemine göre şu tip köprüler yapılabilir, maliyetleri şudur, riskleri bunlardır vb. Ancak köprünün yapılıp yapılmayacağı, nereye yapılacağı ve bu proje için hangi kaynakların feda edileceği kararı, o köprüyü kullanacak ve sonuçlarıyla yaşayacak olan topluluğun kendisinindir. Uzmanın görevi, topluluğun bilinçli bir karar vermesini sağlamaktır, topluluğun yerine karar vermek değildir. Kolektif zeka tezi, bu fikrin mantıklılığını desteklemektedir. Hong-Page'in PNAS çalışması, uygun koşullarda çeşitliliğin, yani farklı bakış ve yaklaşımların, tek bir en yetenekli uzmandan daha iyi sonuçlar üretebildiğini gösterir. Çeşitli bilişsel modeller, bağımsız yargı, doğru geri bildirim, daha isabetli kararlar üretir. "Kalabalıkların bilgeliği" literatürü de benzer sonuçlara işaret eder, fakat bağımsızlık önemli bir koşuldur. İnsanlar birbirini taklit etmeye başladığında bu avantaj zayıflar. Bu yüzden uzmanlar otorite değil, açıklayıcı/danışman rolünde en faydalıdır; karar gücü ise etkilenen toplulukta kalmalıdır. Anarşizm, her bireyin bir dahi olduğunu iddia etmez. Ancak özgür ve eşit bireylerin, uzmanların bilgisine serbestçe erişebildiği bir ortamda, işbirliği ve müzakere yoluyla ulaşacakları kolektif zekanın, kendilerini yöneten küçük bir elit grubun zekasından her zaman daha üstün ve daha bilge olacağına güvenir. Bu tutum, en nihayetinde, insanın potansiyeline dair bir duruştur. İnsanlığı, yönetilmeye muhtaç, zeki bir azınlık tarafından güdülmesi gereken bir sürü olarak mı göreceğiz, yoksa kendi hayatları hakkında karar verme kapasitesine sahip, özgür ve sorumlu bireyler topluluğu olarak mı? Anarşizm, ikincisinden yana tavır alır.

Son olarak, uzmanların yönetimi argümanını zayıflatan ve anarşist özyönetim modelini güçlendiren güncel bir eğilime değinmek gerekli görünüyor. İçinde bulunduğumuz teknolojik çağ, bilginin ve uzmanlığın doğasını kökten değiştirme potansiyeli taşımaktadır. İlerleyen yapay zeka teknolojileri ve eğitim kaynaklarına, bilgiye evrensel erişimin artması, uzmanlık bilgisinin seçkin bir zümrenin tekelinde olmasını giderek anlamsız kılmaktadır. Henüz emekleme aşamasındayken ne denli yol kat edildiğini dikkate alacak olursak, ilerleyen süreçte bu durum çok ama çok daha belirgin hale gelecektir diyebiliriz. Şeffaf, denetlenebilir ve herkesin erişimine açık teknolojik asistanlar, uzman bilgisine ihtiyacı asgari seviyeye indirecektir. 

   11. Anarşizme karşı getirilen en çetin eleştiri ve karşı çıkışlardan birisiyle yüzleşmek zorundayız: "İnsanlık tarihine baktığımızda ezici çoğunlukta gördüğümüz şey tahakküm, savaşlar, yağmalamalar, kölecilik, sömürü, zorbalık vb. yıkıcı şeyler oluyor. İnsanlar benciller ve güç odaklılar." "İnsan doğası diye bir şey yoktur söylemi de bir cevap olamaz, tüm hayvanların evrimsel miras olarak edindikleri bir davranış seti, bir doğası var, bir primat olan, yani kendisi de bir hayvan olan insanın buna sahip olmadığını savunmak bu meseleden kaçış yoludur. İnsanlığın ve canlılığın bu gerçekliği, anarşizmin ana tezini yerle bir etmektedir. Bu nedenle anarşizm pratikte imkansızdır, uygulamaya konulmaya çalışılsa da facia bir biçimde çökmesi kaçınılmazdır." Bu argüman iki yanlış temel üzerine inşa edilmiştir; tarihin tek taraflı okuması, insan doğasının basit bir kalıba indirgenmesi ve yanlış bir biçimde yorumlanması. Evet, insanlık tarihi savaşlar, katliamlar ve imparatorluklarla doludur. Bu, tarihin galipler tarafından yazılan yüzüdür. Bu, devletlerin, kralların ve egemen sınıfların tarihidir. Ancak bu, madalyonun sadece bir yüzüdür.

Diğer yüzünde, en az birincisi kadar eski bir direniş, dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma tarihi vardır. Tarihte her köleci imparatorluğa karşı Spartaküs gibi köle isyanları vardır. Her feodal beye karşı topraklarını ortaklaşa kullanan köylü komünleri ve isyanları vardır. Her kapitalist patrona karşı grevler, fabrika işgalleri ve işçi kooperatifleri vardır. Her devlete karşı, onun otoritesiyle mücadele eden, hatta kendine yeten topluluklar kuran insanlar vardır. Her savaş çığırtkanlığına karşı "savaşa hayır" diyen pasifistler vardır. Anarşist düşünür ve bilim insanı Pyotr Kropotkin'in önemli eseri Karşılıklı Yardımlaşma: Evrimin Bir Faktörü’nde bilimsel olarak gösterdiği gibi, evrimsel başarı sadece "en güçlünün hayatta kaldığı" acımasız bir rekabetle değil, tür içinde ve türler arasında görülen işbirliği ve dayanışma ile de sağlanmıştır. İnsan türü, tek başına avlanamayacak kadar zayıf, soğuğa dayanamayacak kadar çıplak bir canlı olarak, ancak ve ancak karşılıklı yardımlaşma sayesinde hayatta kalmış ve gezegene yayılmıştır. Eleştirinin "insanın bir doğası vardır" kısmına katılalım. Evet, vardır. Fakat bu doğa, tek bir kelimeyle bencil, zalim vb. özetlenebilecek sabit bir program mıdır, yoksa geniş bir potansiyeller yelpazesi midir? İnsan doğası, içinde hem en korkunç zulmü hem de en yüce fedakarlığı barındıran bir kapasiteler bütünüdür. İçimizde şiddet, hırs ve tahakküm potansiyeli olduğu gibi, empati, dayanışma, sevgi ve adalet potansiyeli de vardır.

Bunun için elimizde iki büyük kanıt mevcut, birisi yukarıda bahsedildiği gibi tarih boyunca sergilenmiş ve hala sergilenmekte olan büyük çaplı karşılıklı dayanışma örnekleri, bir diğeri de modern biyoloji ve tıp bilimi. Bilimsel bulgulardan gideceksek, en çarpıcı bulgulardan birisi "ayna nöronlar"dır. Bu nöronlar, biz bir eylemi gerçekleştirirken ateşlendiği gibi, başka birinin aynı eylemi gerçekleştirdiğini gördüğümüzde de ateşlenir. Başka birinin esnediğini görünce esnememiz, birinin acı çektiğini görünce yüzümüzü buruşturmamız bu sistemin bir yansımasıdır. Ayna nöronlar, empatinin, yani başkasının duygusal durumunu anlama ve hissetme yeteneğimizin sinirsel temelini oluşturur. Oksitosin ve vazopressin hormonları da keza sosyal bağların kurulmasında, güvende, cömertlikte ve grup içi sadakatte kilit bir rol oynar.

Evrimle ilgili ciddi bir yanılgıya da değinmek gerekir. Klasik "en güçlünün hayatta kalması" yorumu, evrimsel sürecin eksik bir okumasıdır. Modern evrimsel biyoloji, Kropotkin'in bir asır önce öne sürdüğü gibi, karşılıklı yardımlaşmanın en az rekabet kadar güçlü bir evrimsel faktör olduğunu göstermektedir. Antropologlar ve evrimsel biyologlar, Homo Sapiens'i diğer primatlardan ayıran en temel özelliğin, büyük ve genetik olarak akraba olmayan gruplar içinde esnek bir şekilde işbirliği yapma yeteneği olduğunu savunuyorlar. Atalarımız, avcı-toplayıcı topluluklarda, yiyecekleri paylaşarak, çocuk bakımını ortaklaşa yaparak ve tehlikelere karşı birbirlerini koruyarak hayatta kaldılar. Bu dönemlerde hiyerarşi ve birikim, grubun hayatta kalması için bir tehdit oluşturuyordu ve genellikle dışlanıyordu. Yani insan türünün on binlerce yıllık fabrika ayarları, devlet ve hiyerarşiye değil, eşitlikçi işbirliğine dayanır.

Öte yandan gelişimsel psikolojinin bulgularına bakacak olursak, çok küçük bebeklerin bile (6-10 aylık) "iyi" ve "kötü" karakterler arasında ayrım yapabildiğini ve iyiyi tercih ettiğini görüyoruz. Michael Tomasello gibi araştırmacılar, 14-18 aylık çocukların, hiçbir karşılık beklemeden veya bir yetişkin tarafından istenmeden, yardıma ihtiyacı olan bir yabancıya içgüdüsel olarak yardım etme eğiliminde olduğunu kanıtlamıştır. Bu durum, empati ve yardım etme arzusunun, kültürel öğrenmeden önce gelen, doğuştan bir eğilim olduğuna işaret eder. (https://greatergood.berkeley.edu/article/item/good_bad_baby?) (https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/16513986/) (https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/33412734/) 

Oregon Üniversitesi'ndeki önemli bir çalışma da insan doğasıyla ilgili olumlu bir noktayı kanıtlamaktadır: William T. Harbaugh, Ulrich Mayr, ve Daniel R. Burghart (2007), Science dergisinde yayımlanan "Neural Responses to Taxation and Voluntary Giving Reveal Motives For Charitable Donations" (Vergilendirme ve Gönüllü Bağışa Verilen Nöral Tepkiler, Hayırsever Bağışların Motivasyonlarını Ortaya Koyuyor) başlıklı makale. Araştırmacılar, katılımcıların beyinlerini fMRI ile tararken onlara basit bir ekonomik görev verdiler. Katılımcılar önce bir miktar para aldılar. Sonra bu paranın bir kısmı, zorunlu bir vergi gibi bir hayır kurumuna aktarıldı. Son olarak, kalan paralarından ne kadarını aynı hayır kurumuna gönüllü olarak bağışlamak istedikleri soruldu. Katılımcılar gönüllü olarak bağış yapmayı seçtiğinde, beyinlerinin en temel ödül merkezleri olan "ventral striatum" ve "nukleus akkumbens" gibi bölgelerde güçlü bir aktivasyon gözlemlendi. Bu aktivasyon, katılımcıların doğrudan kendileri için para kazandıklarında gözlemlenen aktivasyonla neredeyse aynıydı. İlginç bir şekilde, zorunlu vergi kesintisi bile bu ödül merkezlerini bir miktar aktive ediyordu, ancak gönüllü bağışın yarattığı etki çok daha güçlüydü. Bu çalışma, verme eyleminin, özellikle de gönüllü ve özgeci bir şekilde yapıldığında, beynimiz için tıpkı bir ödül almak gibi içsel bir tatmin sağladığını kanıtlamıştır.

Bir başka çalışma Emory Üniversitesi'nden: James Rilling ve arkadaşları (2002), Neuron dergisinde yayımlanan "A neural basis for social cooperation" (Toplumsal İşbirliğinin Nöral Bir Temeli) başlıklı makale. Bu çalışmada, katılımcılar fMRI taraması altındayken, güven ve işbirliğini test etmek için tasarlanmış klasik bir oyun teorisi senaryosu olan "mahkum ikilemi" oyununu oynadılar. İki oyuncu da bencil davranmak yerine birbirine güvenip karşılıklı olarak işbirliği yapmayı seçtiğinde, her ikisinin de beyinlerindeki ödül yollarında (yine ventral striatum, nukleus akkumbens ve orbitofrontal korteks gibi bölgeler) tutarlı ve uzun süreli bir aktivasyon tespit edildi. Bu ödül hissi, gelecekteki turlarda da işbirliği yapma eğilimini güçlendiren pozitif bir geri bildirim döngüsü yaratıyordu. Bu ve benzeri onlarca çalışma, insan doğasının sadece bencil çıkarlara dayalı olduğu yönündeki basit modeli güçlü bir şekilde çürütmektedir. Beynimiz, sadece almak için değil, aynı zamanda vermek, adil davranmak ve işbirliği yapmak için de evrimleşmiş ödül mekanizmalarına sahiptir.

Bu konu hemen burada bitmiyor, cevaplanması gereken birkaç mesele daha mevcut. Antropolojik bulgularla ilgili geliştirilebilecek en güçlü ve haklı eleştiri, bu iyimser argümanların "soylu vahşi" (noble savage) diyebileceğimiz türden bir efsane yarattıkları ve bu anlatı üzerinden gereksiz iyimser bir tablo sergiledikleri eleştirisidir.

Burada, anarşist perspektifin bu tuzağa düşmediğini, aksine bu eleştiriyi de hesaba katan daha sofistike bir argüman sunduğunu göstermek çok önemlidir. Anarşizm, bu romantik yanılgıdan kesinlikle uzak durmaktadır. Anarşizmin avcı-toplayıcı topluluklara yaptığı referans, onların ahlaken saf, şiddetten arınmış veya cennet gibi bir hayat yaşadıklarını iddia etmez. Hayatları zordu, acımasızdı ve kendi içlerinde çatışmalar, hatta şiddet olayları yaşanıyordu. Anarşist argüman, burada, ahlaki bir üstünlük iddiası değil, yapısal bir analiz ve pragmatik bir tespitte bulunmaktadır. Avcı-toplayıcı toplulukların ezici çoğunluğunun eşitlikçi ve işbirlikçi olmasının sebebi, bireylerin doğuştan iyi olması değil, içinde bulundukları maddi koşulların hiyerarşiyi ölümcül bir lüks haline getirmesidir. Göçebe bir yaşam süren ve yiyecek biriktirme/depolama imkanı olmayan bir toplulukta, bir kişinin servet biriktirerek diğerleri üzerinde güç kurması neredeyse imkansızdır. Grubun her üyesi, hayatta kalmak için diğerlerine muhtaçtır. Bugün sizin avınız başarılı olur, yarın bir başkasının. Yiyeceği paylaşmak, ahlaki bir erdemden önce, grubun tamamı için adeta bir sosyal sigortadır. Küçük bir grupta, bir kişinin lider veya şef olarak ortaya çıkıp diğerlerine emir vermeye başlaması, grubun esnekliğini ve kolektif karar alma yeteneğini yok eder. Yanlış bir karar herkesin aç kalmasına veya ölmesine neden olabilir. Bu yüzden kibir, bencillik ve tahakküm kurma arzusu, ahlaki olarak kötü olmanın ötesinde, pratik olarak grubun bekasına yönelik bir tehdit olarak görülürdü. Antropolog Christopher Boehm'un ortaya koyduğu gibi, bu topluluklarda eşitlik, insanların ego ve tahakküm arzusuna sahip olmamasından kaynaklanmıyordu. Tam tersine, bu tür arzulara sahip olan bireylerin, kolektif tarafından aktif olarak bastırılmasıyla sağlanıyordu.

Bahsedilmesi gereken çok kritik bir nokta da şu; anarşistlerin amacı, modern toplumu lağvedip avcı-toplayıcı komünlerine geri dönmek değildir. Bu referansın amacı şudur: Homo Sapiens türü, varoluş tarihinin %96'sına yakınını devletsiz, hiyerarşisiz ve büyük ölçüde eşitlikçi topluluklar halinde geçirmiştir. (Homo Sapiens'in Afrika'da ortaya çıkışı 300 bin yıl öncesine dayanır. Bunun 288 bin yılı avcı-toplayıcı dönem, geri kalan süre ise 12 bin yıl.) Eğer insanlık kavramını modern insanla sınırlamaz ve daha "ilkel" atalarımızı da işin içerisine katacak olursak (Homo Erectus, Homo Habilis), bu oran %99.5'a kadar varmaktadır. Bu, devletin ve hiyerarşinin kaçınılmaz, ezeli ve tek insan doğası olmadığını kanıtlar. Onlar, tarihin belirli bir döneminde, belirli koşullar altında (tarım devrimi, yerleşik hayat, nüfus artışı vb.) ortaya çıkmış görece yeni ve istisnai sosyal icatlardır. Bu da, insanın hiyerarşisiz bir toplumda yaşama potansiyelinin ve kapasitesinin biyolojik ve sosyal olarak var olduğunu gösterir.

Bu tespit, akla hemen kritik bir soruyu daha getirir: "Peki madem insanlık on binlerce yıl boyunca hiyerarşisiz yaşamaya bu kadar yatkınsa, neden tarım devrimiyle birlikte bu yapı radikal bir şekilde değişti ve hiyerarşi neredeyse evrensel bir kural haline geldi? Bu durum, hiyerarşinin eninde sonunda daha 'gelişmiş' veya 'kaçınılmaz' bir toplumsal aşama olduğunu göstermez mi?" Hiyerarşinin ortaya çıkışı, insan doğasının aniden bencilleşmesiyle değil, avcı-toplayıcı yaşam tarzını imkansız kılan yeni maddi koşulların ortaya çıkmasıyla açıklanır. Tarım devriminin en önemli sonucu, ilk kez sistematik bir artı ürün yaratmasıydı. Avcı-toplayıcı topluluklarda yiyecek günlük olarak tüketilir ve biriktirme imkanı neredeyse yokken, tarım toplumu mevsimlik hasatlarla devasa miktarda tahıl gibi depolanabilir zenginlik üretti. Tarihte ilk kez, bir sonraki yıla yetecek kadar, hatta daha fazlası, bir zenginlik birikimi mümkün hale geldi.

Depolanabilir artı ürün, yeni ve hayati bir soru ortaya çıkardı: Bu fazlalık kime ait olacak ve kim tarafından kontrol edilecek? Avcı-toplayıcı gruplardaki anlık paylaşım ahlakı, bu yeni duruma cevap veremedi. Daha verimli topraklara sahip olan, depolama tesislerini kontrol eden veya hasadı yöneten aileler/gruplar, diğerleri üzerinde muazzam bir avantaj elde etti. İşte bu noktada, ortak kullanım fikrinin yerini, üretim araçlarının (toprak) ve birikmiş zenginliğin (tahıl ambarları) özel mülkiyeti aldı. Bu, insanlık tarihindeki ilk sistematik ve süregelen eşitsizliğin temelini attı. Yeni uzman sınıfların oluşumu, meydana gelen hiyerarşinin kurumsallaşmasıyla sonuçlandı. Rahipler ve büyücüler, takvimi, mevsimleri ve doğa olaylarını yorumlayarak hasat üzerinde simgesel bir kontrol kurdular ve yeni toplumsal düzeni tanrısal bir iradeyle meşrulaştırdılar. Savaşçılar ve askerler, birikmiş zenginliği dışarıdan gelen yağmacılara ve içerideki isyancılara karşı korumak için görev aldılar. Şiddet kullanma kapasitesini uzmanlık alanı haline getirdiler. Bürokratlar ve yöneticiler, sulama kanallarını organize etmek, ürünleri kaydetmek ve dağıtımı yönetmek gibi görevler üstlenerek toplumsal organizasyon üzerinde bir tekel kurdular.  Bu üç grup (rahipler, savaşçılar, bürokratlar), yani artık üretici olmayan ama üretilen artı ürüne el koyan bu yeni yönetici elit, kendi imtiyazlarını ve mülkiyetlerini korumak için kalıcı ve zorba bir aygıta ihtiyaç duydu. İşte devlet, bu ihtiyacın ürünüdür.

Devlet, bu yeni mülk sahibi sınıfın, mülksüz çoğunluk üzerindeki egemenliğini güvence altına alan, yasalarla bu egemenliği meşrulaştıran ve şiddet tekeliyle onu koruyan organize bir yapı olarak ortaya çıktı. Özetle, tarım devrimi sonrası yaşananlar, hiyerarşinin insanın doğasına daha uygun olduğunun kanıtı değildir. Tam tersine, paylaşım ve eşitlik gibi on binlerce yıllık toplumsal pratikleri sürdürülemez kılan bir dönüşümün sonucudur. Bu noktada kritik bir ayrımı yapmak gerekir. Tarım devriminin hiyerarşiyi doğuran bir dönüşüm olduğunu belirtmek, asla tarım ve onu takip eden sanayi devrimini kötülemek veya reddetmek anlamına gelmez. Aksine, anarşist düşünce bu devrimlerin insanlığa sunduğu muazzam potansiyeli sonuna kadar teslim eder. Tarım devrimi, insanlığı kıtlık ve açlık döngüsünden kurtarma potansiyeli taşımış, bilim, sanat ve felsefe için gerekli olan zamanı ve kaynağı yaratmıştır. Sanayi devrimi ise, insan emeğini angaryadan kurtaracak, bolluk içinde bir toplum yaratacak ve hastalıkları ortadan kaldıracak teknolojik olanakları sunmuştur. Anarşist eleştirinin hedefi, tarım, sanayi veya internet değildir. Hedef, bu devrimlerin yarattığı devasa zenginliğe ve güce el koyan, onu toplumun ortak refahı için değil, kendi sınıfsal egemenliklerini kurmak ve sürdürmek için kullanan hiyerarşik yapılardır. Bu açıklamanın hemen ardından, şu soru sorulabilir; "Tarım devrimini izleyen süreçte işbölümü zorunlu hale gelmişti, bunda herhangi bir sorun yok. Peki ama neden üretilen ve depolanan artı ürün herkese yetecek şekilde, eşitlikçi bir prensiple paylaştırılmadı da yönetici sınıflar buna el koydu? Bu insandaki tahakküm arzusunun kanıtı değil midir?"

Tarım devrimiyle ortaya çıkan işbölümü ve artı-ürüne el konulması, tek başına insanın tahakküm arzusunu kanıtlamaz. Bu durum için, o dönemde artık mal paylaşımını organize edecek toplumsal teknolojilerin ve mekanizmaların mevcut olmaması ve bu boşluktan yeni bir güç dinamiğinin doğması en büyük sebeptir. Avcı-toplayıcı topluluklardaki paylaşım, birkaç düzine insandan oluşan, herkesin birbirini tanıdığı, yüz yüze ilişkilerin olduğu küçük gruplarda işliyordu. Tarım devrimiyle birlikte binlerce, hatta on binlerce insanın bir arada yaşadığı yerleşimler ortaya çıktı. Bu ölçekte, kimin ne kadar ürettiğini, kimin neye ihtiyacı olduğunu, ürünün nasıl depolanıp dağıtılacağını takip edecek bir mekanizma yoktu. Yüz yüze güvene dayalı eski eşitlikçi sistem, bu yeni karmaşıklık ve samimiyet (tanışıklık ve bağ anlamında) yoksunluğu karşısında çöktü. Bu yeni ve devasa koordinasyon sorununu kim çözdüyse, güç de onda toplandı. Sulama kanallarını planlayan, mevsimsel döngüleri ve yıldızları takip ederek ekim-biçim zamanını belirleyen (rahipler), ürünleri kaydeden ve depolamayı yöneten (bürokratlar), yani bilgiyi ve organizasyon becerisini elinde tutan grup, toplumun geri kalanı için vazgeçilmez hale geldi. Bu, onların iyi veya kötü olmasından değil, toplumun hayatta kalması için kritik bir işlevi yerine getirmelerinden kaynaklandı. Güç, doğal olarak, bu yeni ve karmaşık problemi çözme kapasitesine sahip olan bu küçük uzman zümrenin elinde birikti. Yerleşik hayatta kıtlık veya kuraklık, tüm toplumu yok edebilecek bir riskti. Artı ürünü korumak, herkesin geleceği için hayatiydi. Bu noktada, tüm ürünü anında ve eşitçe dağıtmak yerine, onu bir sonraki yıla saklamak, tohumluk olarak ayırmak ve idareli kullanmak rasyonel bir stratejiydi. Bu idare görevini üstlenen yönetici sınıf, aslında tüm toplumun uzun vadeli çıkarı için hareket ettiğini iddia edebilirdi. Kendi güçlerini pekiştiren bu eylem (yani ürüne el koyma), aynı zamanda toplumu toptan bir çöküşten koruyan bir risk yönetimi stratejisi olarak meşrulaştırıldı. Ayrıca çok önemli bir detaya, tam da tarım devrimi, onu izleyen artı-ürün ve tahakküm meselesi bağlamında yer vermek gerekiyor.

Çayönü (Türkiye), Mehrgarh (Pakistan) ve Yangshao (Çin) gibi erken yerleşimlerde kimi dönem ve  katmanlar, bulgular yer ve zamana göre değişmekte olsa ve hiyerarşinin düzeyi konusunda kesin yargılardan kaçınmak gerekse de, açık bir elit tabakasına ya da kalıcı bir merkezi otoriteye işaret etmeyen örüntüler sunmaktadır. Arkeolojik kayıt çeşitlidir. Aynı kültür havzalarında ve hatta aynı yerleşim içinde dönemsel farklılıklar görülebilir. David Graeber ve David Wengrow'un vurguladığı gibi, erken toplumlarda mevsimsel olarak yoğunlaşan törensel-otoriter biçimler ile gündelik yaşamda daha yatay örgütlenmeler bir arada var olmuş olabilir, tek çizgili bir evrim yoktur. James C. Scott'ın tahıl–devlet tezi de, özellikle depolanabilir tahıl ekonomilerinin vergi, sayım ve angarya ile birlikte kalıcı yönetim merkezlerini teşvik ettiğini ileri sürer. Çatalhöyük'te anıtsal yönetsel yapılarının yokluğu ve konutların nispi benzerliği eşitlikçi öğeler düşündürürken, gömü ve ritüel pratikler toplumsal farkların tümüyle yok sayılamayacağını da ima eder. Kısacası, erken yerleşimler tek tip değildir. Net hiyerarşik yapılar, anıtsal mezarlar ve yönetici sınıfın varlığı, daha çok MÖ 4. ve 3. binyıllarda; yani tam da büyük ölçekli ve merkezi koordinasyon gerektiren yoğun sulama kanallarının, devasa tapınak veya anıt inşaatlarının ve bölgeler arası organize silahlı çatışmaların yaygınlaştığı dönemde belirginleşmektedir. Bu durum bir kez daha şu çıkarımı güçlendirmektedir; artı ürünün eşitlikçi bir şekilde paylaşılamamasının temel nedeni, tahakküm arzusunun aniden galip gelmesi değil, o dönemde eşitlikçi paylaşımı organize edecek toplumsal teknolojilerin ve mekanizmaların mevcut olmaması ve bu boşluktan yeni bir güç dinamiğinin doğmasıdır. Peki bu güç dinamiği neden doğdu? Bir örnekle açıklayalım.

Artı ürünün ve yeni teknolojilerin ortaya çıkardığı güç boşluğu ortamında, tamamen barışçıl ve eşitlikçi kalmayı seçen bir grup (Grup A), komşu grubun (Grup B) bu yeni gücü kendi lehine kullanıp kendilerine saldırmayacağından asla emin olamazdı. Grup B'nin niyetinden bağımsız olarak, onların bu gücü ele geçirme potansiyeli bile Grup A için varoluşsal bir tehdit oluştururdu. Bu koşullar altında, Grup A'nın en rasyonel stratejisi, Grup B'nin kendilerine yapmasından korktuğu şeyi onlardan önce yapmak, yani gücü ilk ele geçiren olmak ve tahakküm kurarak kendi güvenliklerini garantiye almaktır. Bu durumda tahakküm, kötücül bir arzudan değil, tahakküme uğrama korkusundan doğan, trajik bir savunma mekanizmasına dönüşür. Güç, onu arzulayanlar tarafından değil, ondan en çok korkanlar tarafından ele geçirilmiş olabilir. Bir grup bu adımı attıktan sonra, oyun değişir. Artık tüm komşu gruplar için tek rasyonel strateji, ya bu yeni güce boyun eğmek ya da ona karşı koyabilmek için kendi hiyerarşik yapılarını ve askeri kapasitelerini oluşturmaktır. Böylece hiyerarşi, bir veba gibi yayılır, çünkü hiyerarşik olmayan bir toplum, hiyerarşik bir toplum karşısında savunmasız kalır. Peki bu, anarşizmin, yani hiyerarşik olmayan ve merkezi yönetime dayanmayan devletsiz bir örgütlenme biçiminin imkansız olduğunun kanıtı mıdır? Asla hayır. Bu, anarşizmin neden bu kadar radikal bir şekilde her türlü merkezi güç birikimine karşı olduğunun en temel stratejik gerekçesidir. Anarşist argüman der ki, bu trajik güvenlik ikilemi ve önleyici tahakküm döngüsü, ancak ve ancak birilerinin ele geçirebileceği merkezi bir güç odağı varsa mümkündür. Eğer en başından itibaren güç, kimsenin tekeline alamayacağı şekilde topluma yayılmışsa, kaynaklar ortaklaşa yönetiliyorsa ve topluluklar arası ilişkiler karşılıklı yardımlaşma ve serbest federasyon ağlarıyla örülmüşse, o zaman ele geçirilecek bir güç boşluğu da doğmaz. Bir grubun diğerine tahakküm etme korkusu, yalnızca tahakkümün mümkün olduğu bir sistemde anlamlı bir korkudur. Anarşizmin amacı, insanları iyi olmaya ikna etmek değil, bu korkuyu irrasyonel hale getirecek, yani tahakkümü hem imkansız hem de anlamsız kılacak toplumsal, ekonomik ve politik yapıları inşa etmektir.