Cumhuriyetin kazanımları???

Ünlü bir diyetisyen sözü vardır; “ne yerseniz osunuz” diye, işte bunun siyaset bilimi açısından okunuşunu da pekala; “ne eylerseniz o olursunuz” diye düşünebilirsiniz. Cumhuriyet demokratik teamüllerle, toplumsal konsensüslerle oluşturulmadı. Hatta Kemalistlerin pek övünerek söyledikleri gibi (Efendiler, yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz) fikriyat sadece Mustafa Kemal Paşa’nın kafasında idi BMM’de muhaliflerin azınlıkta olduğu bir günde aniden verilen bir önerge ile ilan edilerek vuku buldu. 1946’ da çok partili rejime geçen Türkiye çok kısa sürede Parti Devleti kodlarına dönerek bildiği yoldan devam etti. Sonrası malum darbeler askeri vesayet ve “yeni kurtarıcı” Erdoğan’ın uzun ve bir türlü bitmeyen hikayesi. Hal böyle olunca 102 yıllık cumhuriyet tarihinde geniş toplumsal kesimlerin bir türlü aktör olamayıp izleyici kalmasına da şaşırmamalı.

Cumhuriyetin kazanımları???

Geçen yıl kendi bloğumda “Cumhuriyet 101 yaşında” başlıklı bir yazı yazmıştım. Konu güncelliğini yitirmediği ve Türkiyeli sosyalistler başta olmak üzere muhalifler bildik ezberlerin dışına çıkamadığı için bu yazıyı güncelleyerek yeniden yayınlamaya karar verdim.

Cumhuriyetin kuruluşuna bakmadan, bugünkü otoriter rejimi anlayabilmek mümkün değil. Ancak nedense Kemalist anlatı Cumhuriyet’in özellikle de ilk 15 yılını asr-ı saadet dönemi gibi anlatır. O anlatıya göre ne Osmanlı’nın savaşa neden girdiğinin, ne savaş esnasında başta Ermeniler ve Süryaniler olmak üzere kendi halkına karşı etnik temizlik uygulayıp uygulamadığının ne de savaşın Osmanlı Devleti açısından yenilgi ile sonuçlanmasının ardından başlayan milli mücadele döneminde etnik temizliğin Anadolu Rumlarını da içine alacak biçimde genişletilmesinin bir önemi yoktur. Sonuçta “savaşta olur böyle şeyler” denilip geçiliverir. Ancak bugün Türkiye Cumhuriyeti devletinin otoriterliğinden şikayet edenler, neden işaret edilen çağdaş batı uygarlığı ile bir türlü entegre olamadığını anlamaya çalışanlar devletin kuruluş kodları içinde bugünün otoriterliğinin devletperest bir etnik milliyetçiliğin temellerinin atıldığını da görmek  zorundadırlar. Ancak bu tür önemli ayrıntıları es geçerek Cumhuriyeti Osmanlının “Ortaçağ karanlığından” kurtuluşun taçlandırılması olarak okumak mümkün olabilir.

Bu girizgâhtan sonra meramımı mümkün olan en kısa biçimde anlatabilmek için Cumhuriyet denilerek yüceltilen ve onun içerindeki halk yönetimi kavramına vurgu yapılmak istenen aslında sadece herhangi bir devletin adı olmaktan öte bir anlam taşımayan kavramlara ve onun temel ideolojisini oluşturan tezlere dair bir yapı sökümü yapmayı deneyeceğim. Sırayla iddialar ve onların çürütülmesi yer alacak.

1.      Anadolu’da gerçekleşen milli mücadele esas olarak anti emperyalist bir öz taşımaktadır. Açık işgale, manda ve sömürge yönetimine ve “Hanedana” karşı mücadele ilericidir. Cumhuriyet Burjuva anlamda da olsa bir ilerlemedir. Tarihsel determinizm açısından sosyalistlerin görevi Cumhuriyeti savunmak ve daha ileri taşıyarak sosyalist bir devrimin yolunu açmaktır.

Anadolu’da gerçekleşen milli mücadele anti emperyalist değildi. Zira her ne kadar 1. Dünya savaşından İhtilaf devletleri galip çıkmış olsa da Osmanlı Devleti bu emperyalist paylaşım savaşına İttifak Devletleri yanında taraf olarak girmişti. İTC’nin maceracı tutumu Osmanlı Devletini savaşa mecbur kılmıştı. Bunun sonucunda Ülke işgale uğramıştı. 1915 Çanakkale savaşı resmi tarihin anlattığı gibi kendi toprağını savunan bir ülkenin destansı mücadelesi değil Almanların yanında savaşa giren işbirlikçi bir yönetimin ülke halklarının başına açtığı bir beladır. Bu yüzden resmi tarih anlatısı Çanakkale’de Osmanlı Genel Kurmayı’nın Alman komutanlarını değil henüz bir Albay olan Mustafa Kemal’i ön plana çıkarmayı tercih eder.

Ulusal kurtuluş savaşı denen Milli Mücadele esas olarak sahada Küçük Asya’yı geri alma hayalleri ile İzmir’den başlayarak ülkeyi işgal etmeye başlayan Yunan ordusuna karşı yapılmıştır. Bu savaşın Ankara hükümeti ve ordusu açısından başarılı sonuçlanması ise İngilizlerin Mustafa Kemal’i Sovyet Rusya’ya  kaptırmamak için onunla anlaşmak istemeleri sonucunda Yunan Ordusuna desteği kesmeleri ve Sovyet Hükümetinin Ankara’yı İngilizlere kaptırmamak adına maddi olarak destekleme kararı alması sonucunda oluşmuştur. Bu karar Mustafa Suphi ve TKP kadrolarının katledilmesini devletin ali çıkarları adına mesele edilmemesi vb. gibi trajik sonuçlara yol açmıştır.  

“Cumhuriyet burjuva anlamda da olsa hanedana göre bir ilerlemedir” diskurunun Marksist açıdan bir değeri yoktur. Zira Marx’ın kendisi Paris Komününün ardından ateşli bir biçimde Burjuvazinin devrimci barutunu yitirdiğini ilan etmişti. Ancak Rusya’da 1917 devrimi sonucunda Bolşevikler iktidarı ele geçirince Marksizm Leninizm’e eklemlendi bir devlet politikası haline geldi. Savaş komünizmi denen 1917-1921 yılları arasında Birleşik Krallığın başını çektiği emperyalist kapitalist kampa karşı tek ülkede sosyalizmin zaferi sosyalist devletin bekası ve emperyalizme karşı 3. Dünya ülkeleri ile ittifak politikaları gündeme geldi. Bunun Marx’ın sözünü ettiği ilerlemeci (ki o da sorunlu bir stratejidir) teoriyle uzaktan yakından alakası yoktur. Türkiyeli sosyalistler sosyalizmi ittihatçılardan ve Bolşeviklerden öğrendiği için hiçbir zaman Kemalizm'in ve Komintern’in tezleri dışına çıkma cesareti gösteremeyip rüştlerini ispat edemediler. Türkiyeli sosyalistlerin adına Cumhuriyet dediği Kemalizm desteği Burjuva Cumhuriyeti daha ileri hedefler için geçici olarak desteklemelerinden değil tersine 3. Enternasyonal (Komintern)’in pasif bir takipçiliğini yapmalarından kaynaklanmaktadır. 

2.      Bugünden anakronik bir bakışla Cumhuriyeti yargılayamayız. O zamanın koşulları öyle gerektiriyordu.

O günüm koşulları öyle gerektirmiyordu. Mustafa Kemal en başından beri iktidarı kimseyle paylaşmaya niyetli biri değildi. Kazım Karabekir anılarında onu Milli Mücadeleye çağırdığı zaman bile hiç renk vermemişti. Çünkü o herhangi bir mücadeleye katılamazdı o kendi iktidarını oluşturmak istiyorsa kendi mücadelesini örgütlemeliydi. 1919’da Samsun’dan Amasya’ya, oradan Erzurum ve Sivas’a geçerken tüm hedefi Anadolu’da ittihatçı kadrolar tarafından pıtrak gibi örgütlenen Müdafa-i Hukuk Cemiyetlerinin, onlarla doğrudan bağlantılı olmayan askeri kadroların ve yerel eşrafın desteğini alarak kendi liderliğini meşrulaştırmak idi. Milli Mücadele yıllarında BMM içindeki iktidar savaşlarını, takriri sükun kanununu ve istiklal mahkemelerini böyle okumak gerekir. Aslında mesele çok basittir. Mustafa Kemal’in stratejisi zayıf olduğu zaman ittifak yapmak güçlü olduğu zaman müttefiklerini tasfiye etmektir. Oysa ille de öyle olmak zorunda değildi. Tersine öyle olduğu için tek adama dayalı otoriter bir rejimin inşası gerçekleşti.

3.      Osmanlıda dinci bir ortaçağ karanlığı hüküm sürüyordu, cumhuriyet rejimi buna son vererek aydınlanma mirasını kabul ettiğini kendi mottosuna büyük harflerle yazdığını ilan ederek çağdaş batı uygarlığının bir parçası olmayı kabul etti.

Osmanlı Devletinde her ne kadar şeriat hükümleri kağıt üstünde geçerli olsa da Osmanlının 1839 Tanzimat Fermanı’nı esas alacak olursak oradan Cumhuriyete kadar 100 yıllık bir batılılaşma ordu ve devlet kurumları üzerinden olsa da modernleşme hikayesi vardı. Din sadece devletin ihtiyaç duyduğu yerde başvurulması gereken bir etkendir. O yüzden de Osmanlıdaki Şeyhülislamlık yeni Cumhuriyette önce Şeriyye ve Evkaf Vekaleti sonra da Diyanet İşleri başkanlığı olarak korundu. Osmanlıdaki orta çağ karanlığı kavramı aslında sarayın ve yeni doğan ticaret burjuvazisi ve askeri aristokrasinin yaşamı ile hiçte örtüşmeyen günümüzde de olduğu gibi bölgelere ve kültürel özelliklere göre değişiklikler gösteren Cumhuriyeti yüceltmek için icat edilmiş ajitatif bir kavramdan ibaretti. Türkiye  Cumhuriyeti de Osmanlı’nın yaptığı gibi dini politik çıkarları için gerekli bir enstrüman olarak kontrol altında tutmaya devam etti. Laiklik kavramı bilinenin aksine 1937’de devletin anayasasına yazılmıştı.

4.      Cumhuriyet aslında modern ve çok kültürlü bir hayata karşı değildi ancak memleketin işgali Rumların Anadolu’yu Helenleştirme hayalleri bunu engelledi.

Şunu kabul edelim Mustafa Kemal’in kafasında çok kültürlü bir Türkiye hayali hiç olmamıştı. O ilk başından beri İttihatçı İdeolojinin Osmanlı Devletinin savaş öncesi coğrafyasında Türk Milliyetçiliğine dayalı batılı anlamda modern bir devlet kurma peşindeydi ve ne devletteki iktidarını ne de yeniden inşa edilecek “Türklük kültürünü” bu coğrafyada yaşayan diğer (daha eski ve yüksek bir kültürel geleneğe sahip olan) kadim halklarla paylaşmaya niyeti yoktu. İttihatçılar 1. Dünya savaşı bahanesiyle en büyük Hristiyan azınlık olan Ermeni meselesini “zaten halletmişti” savaş sonrası devletinin bekası için Anadolu Rumlarının da bir şekilde halledilmesi gerekiyordu. Kuvayı Milliye, Topal Osman, Sakallı Nurettin Paşa vb. figürler bu iş için biçilmiş kaftandı ve Milli Mücadele yıllarında Rum meselesi sahada “fiilen halledildi” kalan bakiye ise Venizelos ile anlaşarak 1924 mübadelesi ile Yunanistan’a gönderildi ve genç Türkiye Cumhuriyeti bağımsızlığının, yeni Türk burjuvazisinin gelişmesinin  ve asimilasyonun önünde engel olarak gördüğü Hıristiyan azınlıklar belasından kurtulmuş oldu.   

5.      Aslında Atatürk çok partili bir hayat istiyordu ancak zamanın koşulları buna imkan vermedi.

Bu kesinlikle doğrudur ancak onun anladığı çok partili yaşam ile bugün çoğumuzun anladığı demokratik parlamenter çoğulcu rejimin çok partili yaşamı arasında en ufak bir benzerlik yoktur. Mustafa Kemal iktidarını dünya kamuoyuna daha şirin gösterebilmek için bugün Putin’in yaptığı gibi en azından bir tane güdümlü bir muhalefet partisine ihtiyaç duyuyordu. Aynen milli Mücadele sırasında bir yandan TKP’lileri Karadeniz'de boğdururken diğer yandan Sovyetler Birliği’nden yardım alabilmek için sahte bir Komünist Parti kurdurması gibi.   Bu yüzden başarısız geçen Terakkiperver Fırka (1924) ve Serbest Fırka (1930) olaylarını böyle okumak gerekir.

6.      Atatürk kadınlara büyük haklar tanıdı.

Mustafa Kemal’in kadınlara bakışı temelde tipik bir Anadolu erkeğinden çok farklı değildi. Ona göre kadın politikaya bulaşmamalı  erkeğin işlerini kolaylaştıracak bir pozisyonu benimsemeli batılı anlamda bir kenar süsü olmaktan ileri gitmemeliydi. Kadınların eşitliği ve kadınlara oy hakkı Mustafa Kemal için olmazsa olmaz bir öncelik değildi. Mustafa Kemal kendi kontrolü dışında gelişen kadın hakları mücadelesine hep soğuk baktı. Cumhuriyet Nezihe Muhiddin ve arkadaşlarının kadın hakları mücadelesine hep engeller çıkardı. İlk kadınlar Partisi’ne izin verilmeyince  yerine Türk Kadınlar Birliği kuruldu. Burada etkili bir muhalefet  ve hak savunusu oluşunca rejim derneği içerden ele geçirerek pasifize etti. (Günümüzde bu dernek hala var olmakla birlikte herhangi bir faaliyeti bulunmamaktadır). Ancak bu mücadele toplumda da karşılık bulunca 1934 yılında rejim anayasal olarak kadınların seçme ve seçilme hakkını tanımak zorunda kaldı.   Ancak bu mücadelenin en tavizsiz savunucusu Nezihe Muhiddin sürekli dışlandı ve 1958 yılında öldüğünde bir akıl hastanesindeydi.

7.      Cumhuriyet  ilerici idi Cumhuriyete karşı çıkan isyancılar hem gerici hem de emperyalist güçlerle bağlantılı idi bu yüzden Cumhuriyetin “kendini koruması meşrudur”.

Şimdi başlığı özellikle böyle kurduğumu itiraf ediyorum. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kendi üniter yapısını sağlamlaştırmak ve kuruluş mottosunda yer almayan çok dillilik, çok kültürlülük, bölgesel özerklik vb. kapsayıcı demokratik eğilimleri ortadan kaldırırken ortaya konulan gerekçeler ile günümüzde Siyonist İsrail devletinin Filistin halkına uyguladığı soykırımı meşru kılmak için başvurduğu gerekçelendirme arasında bir benzerlik gördüm.  Kemalist rejim kendi Türklük tahayyülünü ve egemenliğini tehdit edecek hiçbir şeye taviz vermek istemiyordu.  Ancak Milli Mücadele sırasında hem Sevr Anlaşmasının oluşturduğu tehdidi savuşturmak hem de yeni kurulacak devletin Müslüman nüfusunun çoğunluk olmasını güvence altına almak için Kürtlerin desteğine ihtiyaç vardı. Bu yüzden milli mücadele sırasında Osmanlının dağılması ile canlanan Kürt Milliyetçiliğini yatıştırmak için yeni kurulacak devlete dair M. Kemal Kürtlere bir takım sözler vermek durumundaydı. Bu durumun en somut ifadesi Lozan barış görüşmelerinde İsmet İnönü’nün “Biz  buraya Türkler ve Kürtler adına geldik” cümlesidir. Hemen ardında 1921 Anayasası bölgesel özerkliğe kapıyı açık bırakır. Ancak gelişen süreç Kürt aydınlarını tatmin etmez. Zaten her şey göstermeliktir. Bu yüzden 1921’de Koçgiri isyanı patlar. Ardından 1925 Şeyh Sait isyanı, 1930-31 Ağrı İsyanı tamamen ulusal talepler üzerinden gelişir.  Tüm bunlar olurken Dersim tertelesini ayrı bir yere koymak gerekir. Zira Dersim’de 1936’da başlayıp 1937’de trajik bir biçimde sonuçlanan şeyin doğrudan bir ayaklanma olmadığı tersine Türk Cumhuriyeti (bizzat Mustafa Kemal) tarafından planlanan bir operasyon olduğunu söylememiz gerekiyor. Zira Türk Cumhuriyetinin kurucu aklı daha en başından beri Dersim’in dağlık yapısı,  farklı inanç , kültür ve dillere sahip bir mozaik olma hali inşa edilmek istenen üniter ve etnik devlet modeline karşı kendiliğinden bir tehdit oluşturuyordu. Ortak coğrafyadaki gayri Müslimlerin (Ermeniler, Rumlar, Süryanilerin) icabına 1.Dünya savaşı ve Milli Mücadele yıllarında büyük ölçüde bakılmıştı.  Geriye kalan Anadolu Yahudilerine ise 1934 Trakya Pogromu ile gereken ayar verilmişti. Ancak Dersim bölgesinin hepsinden ayrı bir hikayesi vardı ve devlet dersini iyi çalışmalıydı.

Sonuçta öyle de oldu Türk Cumhuriyeti 1926’dan 1936’ya kadar yurdu demir ağlarla örerek Dersime yapılacak bir harekatın lojistik dayanağını oluşturdu. İşlem bitince de düğmeye basarak etnik temizliğe başladı. Bu bakımdan Dersim Tertelesi’ni diğerleri gibi bir Kürt İsyanı olarak değerlendirmek doğru olmaz.

8.      Cumhuriyet bizlere Atatürk’ün zamanının ilerisindeki öngörüsü sayesinde verdiği bir armağandır. O olmasaydı düşmanlar memleketi işgal edecek belki de bir manda himayesi altında olacaktık.   

Şunu çok iyi anlamak gerekiyor daha Balkan Savaşları ve 1. Dünya savaşı öncesinde Osmanlı Devleti’nin çöküşe doğru gittiğini hem dünya biliyordu hem de Osmanlının askeri ve siyasi elitleri biliyordu. Osmanlı Sonrası için Anadolu merkezli etnik esaslı bir Türk Devleti projesi hem Almanlar tarafından öneriliyordu hem de İTC (İttihat ve Terakki Cemiyeti) bunu büyük ölçüde benimsemişti. Zaten Dünya Savaşı esnasındaki Tehcir ve etnik temizlik bu projenin hayata geçirilmesinden başka bir şey değildi. Kendisi de bir ittihatçı olan Mustafa Kemal’in de bu projeyi benimsediğini ve sonraki tüm adımlarını bu projeye matuf olarak attığını olayların gelişiminden anlayabiliyoruz. Ancak Mustafa Kemal İTC içinde hem rütbe olarak hem de popülarite olarak gerisinde olduğu Enver Paşa’nın emri altında olmak ya da İzmir’in işgali öncesinde Kazım Karabekir’in ona teklif ettiği Milli Mücadele fikrine katılmak yerine kendi planını devreye soktu. Sözü fazla dolandırmadan söylersek Mustafa Kemal’in birinci hedefi herhangi bir mücadeleye katılmak değil bir liderlik inşa etmek ve bu liderliği inşa ederken potansiyel bütün rakiplerini öyle ya da böyle tasfiye etmek idi. Şimdi bunun normal bir şey olduğunu duyar gibiyim ancak siyasal olarak kendi tarzınızı diğer güç odakları ile birlikte ortak akıl üzerinden toplumsal konsensüs üreterek yönetmek değil de olası bütün rakiplerinizi tasfiye etmek üzerine inşa ederseniz başarı halinde kuracağınız rejimin de karakterini tek adamın iradesine zaten bağlamış olursunuz nitekim öyle de oldu. Kuvayı Milliyeyi herkes bilir ancak Kuvayı Seyyare’yi nerdeyse kimse bilmez zira bu Kemalist anlatıda pek anılmak istenmeyen konulardan biridir. Bunun gibi Milli Mücadele yıllarında hem Anadolu Rumlarının tasfiyesi, hem Mustafa Kemal’e biat etmeyen eski ittihatçı grupların tasfiyesi, hem de liberal ve sosyalist grupların tasfiyesi peyderpey  gerçekleştirildi. Yöntem basitti amaca giden yolda her şey mubahtı. Bu yüzden de “Cumhuriyet o koşullarda başka türlü olamazdı” diyenler o koşulların bizzat diğer rakiplerini tasfiye ederek diğer bütün ihtimalleri de daha doğmadan ortadan kaldıran Mustafa Kemal Paşa tarafından oluşturulmuş olduğunu anlamalıdırlar.

SONUÇ:

Son olarak Milli Mücadeleyi ve Cumhuriyeti Milli Burjuva devrimi olarak okumakta ve onun kazanımlarına sahip çıkmanın zorunluluğunda ısrar edenlere diyeceğim o ki;

Mustafa Kemal ve onun Cumhuriyeti ideolojik anlamda bir burjuva hareketi olsa da sınıfsal olarak onun üzerinde yükselebileceği bir burjuva sınıfı mevcut değildi. Aslen Anadolu’daki Müslüman tüccarların, eşrafın, toprak ağalarının desteğini almaya çalışan ancak çekirdek kadrosunu Mustafa Kemal’in ordudan ve İttihatçılardan devşirdiği kadrolardan oluşan askeri bürokratik bir yapı oluşturuyordu. Bu yapı içinde baştan sona kadar Mustafa Kemal tek adamdı ve liderliği sorgulanamazdı. Cumhuriyet ilanı sonrası 1923 İzmir İktisat Kongresi ile ilan edilen yeni bir burjuvazi yaratma isteği bile Kemalist Cumhuriyet’in mevcut bir Burjuva sınıfından temellük etmediğini tersine Burjuva sınıfını yaratmayı önüne hedef koyan Bonapartist bir iktidar olduğunu anlatmaya yeter.   

Ünlü bir diyetisyen sözü vardır; “ne yerseniz osunuz” diye, işte bunun siyaset bilimi açısından okunuşunu da pekala; “ne eylerseniz o olursunuz” diye düşünebilirsiniz. Cumhuriyet demokratik teamüllerle, toplumsal konsensüslerle oluşturulmadı. Hatta Kemalistlerin pek övünerek söyledikleri gibi (Efendiler, yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz) fikriyat sadece Mustafa Kemal Paşa’nın kafasında idi BMM’de muhaliflerin azınlıkta olduğu bir günde aniden verilen bir önerge ile ilan edilerek vuku buldu. 1946’ da çok partili rejime geçen Türkiye çok kısa sürede Parti Devleti kodlarına dönerek bildiği yoldan devam etti. Sonrası malum darbeler askeri vesayet ve “yeni kurtarıcı” Erdoğan’ın uzun ve bir türlü bitmeyen hikayesi. Hal böyle olunca 102 yıllık cumhuriyet tarihinde geniş toplumsal kesimlerin bir türlü aktör olamayıp izleyici kalmasına da şaşırmamalı.