Felsefi anarşizm -III-

Anarşizmi sadece bir devlet karşıtlığına indirgemek, felsefenin özünü kaçırmak olur. Devletin reddedilmesi, anarşizmin birincil hedefi değil, onun daha derin ve kapsayıcı ilkelerinin kaçınılmaz mantıksal sonucudur. Bu temel ilke, tahakkümün her biçiminin reddedilmesidir.

Felsefi anarşizm -III-

7. Devletin lağvedilmesi fikrine karşı sunulabilecek son argüman da; "Evet, devlet belirli bir ölçüde zorbalığa, despotizme, uluslararası müdahaleciliğe ve savaşlara yol açıyor olabilir fakat daha iyi bir örgütlenme modeline sahip olamayız. Anarşizmdeki devletsizlik ve merkezi otorite eksikliğinin yol açacağı kaos ortamı, devletlerin yol açtığından çok daha ciddi şiddete, baskıya, özgürlük ihlallerine yol açacaktır." olarak özetlenebilir. Bu örneğe göre en kötü olasılıkla devlet, olsa olsa "kötünün iyisi" bir örgütlenme modeli olarak değerlendirilir. Anarşizmin sonuçlarının ise felaket olması beklenir. Bu itirazda iki tane temel yanılgı var; birincisi anarşizmin "kaos" olduğu yanılgısı, ikincisi ise devletin gerçekten bir düzen sağladığı yanılgısıdır. Anarşizm, örgütsüzlüğü veya düzensizliği değil, tam tersine, dayatılmış, hiyerarşik, otoriter ve merkezi bir düzeni reddeder. Anarşistler, düzenin yalnızca tepeden bir otorite tarafından zorla kurulabileceği ve tekelleştirilebileceği fikrine karşı çıkarlar. Devletin düzeni sağladığı argümanı, devletin tarih boyunca insanlığa yaşattığı sistematik ve devasa şiddeti görmezden gelir. Milyonlarca insanı öldüren, şehirleri yok eden, nesilleri travmatize eden savaşlar, bizzat devletli dünyanın en organize ve en rasyonel şiddet biçimidir. Bu şiddetin sürdürülmesi, ancak devletin vergilendirme, zorunlu askerlik, hukuki tekel, şiddet tekeli ve propaganda kapasitesiyle mümkündür. Devletin koruduğu ekonomik sistemin yarattığı yoksulluk, açlık, önlenebilir hastalıklar ve çevresel yıkım, her gün sessizce milyonlarca insanın hayatına mal olan bir şiddet sarmalıdır. Bu, devletin asayiş adı altında koruduğu düzenin bedelidir.

Peki, devlet olmadan toplum nasıl özgür ve barışçıl bir biçimde organize olabilir ve çatışmalar nasıl çözülebilir? İnsanlar, ortak ihtiyaç ve ilgi alanlarına göre (iş yerleri, mahalleler, proje grupları vb.) kendi kendilerini yöneten kolektifler oluştururlar. Bu özerk gruplar, daha büyük ölçekli koordinasyon gerektiren işler için (ulaşım, iletişim, kaynak dağıtımı vb.) kendi aralarında, aşağıdan yukarıya doğru, yetkilerini geri çekebilecekleri federasyonlar kurarlar. Bu yöntem, gücü merkezileştirmeden büyük ölçekli organizasyon sağlar. Elinor Ostrom’un yüzlerce vakayı inceleyen çalışmalarında, devletsiz ya da çok-merkezli düzeneklerle sulama kanallarının, otlakların, balıkçılığın ve ormanların başarıyla yönetilebildiği gösterildi. Başarılı örneklerde ortaklar, kuralları birlikte koyuyor, izlemeyi kendileri yapıyor, ihlallerde kademeli yaptırımlar uyguluyor, uyuşmazlık için hızlı-ucuz yollar kuruyor ve kurallarını dışarıdan tanınır kılıyor, daha büyük ölçeklerde de iç içe geçmiş çok-katmanlı örgütlenmelerle işleri koordine ediyor. Rekabet, daha yarışmacı koşullarda, toplumsal ve bireysel zararlara yol açmayacak şekilde tezahür eder. Dayanışma ise, toplumun temel harcı haline gelir. Anarşist örgütlenme modeli, hayatta kalmanın ve gelişmenin en etkili yolunun bireylerin ve toplulukların rekabet etmeleri değil, birbirlerine yardım etmeleri olduğu bir çerçeve inşa eder.

Bu meseleye paralel olarak akla gelecek bir başka husus da, anarşist bir toplumda huzuru bozmaya, diğer insanların özgürlüğünü ihlal etmeye çalışan, psikolojik açıdan patolojik derecede şiddete eğilimli insanlara ne olacağı, bu insanların eylemlerinin nasıl değerlendirileceği üzerinedir. Anarşist kriminologlara göre suç, çoğunlukla baskı ve tahakküm yapılarından kaynaklanır. Bu nedenle öncelik, suçun nasıl işlendiğini analiz etmekten çok, bu baskı yapılarını (devlet, kapitalizm, ırkçılık vb.) eleştirmek ve ortadan kaldırmayı hedeflemektir. Mevcut düzende hukuk, devletin yardakçısı olarak görülür. Devlet, koyduğu yasalarla belirli davranışları "suç" olarak tanımlama gücünü elinde tutar. Bu "suç" olarak tanımlanan eylemlerin çoğu, genellikle ya güçsüz toplumsal gruplarla ilişkilidir ya da mevcut iktidar yapılarını sarsmaya yönelik eylemlerdir.

Anarşistlere göre mevcut hukuk düzeni, insanları zarardan korumaz. Aksine, bizatihi kendisi bir zarar ve şiddet biçimidir. Devletin yasaları ve suçlulaştırma eylemleri doğası gereği politiktir. İfade özgürlüğü, bilgiye özgürce erişim, öz-sahiplik ilkeleri kapsamına giren birçok davranış devlet ve hukuku tarafından suç olarak ilan edilebilir. Anarşist bir toplumda bu eylemler örgütlenme biçiminin doğası gereği suç olmaktan çıkacaktır. Öte yandan anarşist kriminolojiye göre adaletin amacı suçluyu cezalandırmak değil, ortaya çıkan zararı onarmak ve toplumsal ilişkileri iyileştirmektir. Bu nedenle, genellikle "dönüştürücü adalet" savunulur.  Hapishanelerin suçu körüklediği ve birer şiddet mekanı olduğu düşünülür. Bunun yerine, failin rehabilite edildiği ve topluma yeniden entegre edildiği mekanizmalar önerilir. Bu fikir birçok kimse tarafından "deli saçması" olarak görülebilir. ABD Adalet Bakanlığı İstatistik Bürosu'nun (Bureau of Justice Statistics) yaptığı kapsamlı araştırmalar, hapishaneden çıkanların beş yıl içinde yaklaşık %77'sinin, on yıl içinde ise %83'ünün tekrar tutuklandığını göstermektedir. Bu durum bizlere hapishanenin bir ıslah mekanizması olarak neredeyse tamamen başarısız olduğunu gösteriyor.

Hapishaneler, düşük seviyeli suçluların daha organize ve şiddet eğilimli suçlularla tanıştığı, yeni suç yöntemleri öğrendiği ve suç ağlarına dahil olduğu birer suç okulu işlevi görüyor. Uzun süreli hapis cezaları, mahkumların aileleri, arkadaşları ve topluluklarıyla olan bağlarını koparır. Serbest kaldıklarında gidecekleri bir yer veya destek alacakları bir çevreleri kalmaz. Sabıka kaydı, iş bulmayı, ev kiralamayı ve sosyal hayata yeniden entegre olmayı neredeyse imkansız hale getirir. Sistem, kişiyi yasal yollarla hayatta kalmaktan alıkoyarak yeniden suça iter. Tüm bunlara ek olarak, hapishane ortamı, başlı başına bir travma kaynağıdır ve mevcut ruh sağlığı sorunlarını derinleştirir. Gündelik hayattan uzun süreli kopuş, gözetim ve baskı hali, psikopatolojilerin gelişmesi için uygun zemin hazırlar.

Örneğin, Norveç, ceza sistemini tamamen rehabilitasyon, eğitim ve normalleşme üzerine kurmuştur. Amaç intikam değil, mahkumu topluma daha iyi bir birey olarak geri kazandırmaktır. Mahkumlar eğitim alır, meslek öğrenir, sosyal becerilerini geliştirir ve personelle birlikte yaşar. Norveç'te residivizm, yani tekrardan mahkum olma oranı yaklaşık %20'dir. Bu, ABD'deki oranın neredeyse dörtte biridir ve rehabilitasyon odaklı bir sistemin, cezalandırıcı bir sistemden çok daha etkili olduğuna dair mevcut sistem içerisindeki en güçlü kanıtlardan birisidir. "İyi ama Norveç'i ABD ile kıyaslamak doğru olmaz, nüfus ve sosyolojik faktörler çok farklı. Ayrıca bu denilenler ciddi veya seri suçlular için geçerli olmayabilir. Seri katiller, tecavüzcüler, yaptıklarından dolayı hiçbir vicdan azabı duymayacak olan sosyopat ve psikopatlar, bunlara neler olacak? Her vakada onarıcı adalet işe yaramayabilir, toplumun üyelerinin güvenliği için izolasyon şart olur."

Burada yanlış olan noktalardan birisi, sosyolojik faktörlerin bir sebep değil, sistemin bizzat sonucu olduğunun ıskalanmasıdır. ABD'deki farklı sosyolojik faktörler (aşırı eşitsizlik, ırkçılık, sosyal güvenlik ağının zayıflığı, gettolaşma vs.), anarşistlerin zaten eleştirdiği devlet-kapitalist sisteminin doğrudan sonuçlarıdır. Yani ABD, farklı olduğu için başarısız değildir, tam tersine, anarşistlerin suç üretiyor dediği sistemin en saf örneklerinden biri olduğu için bu kadar yüksek suç ve residivizm oranlarına sahiptir. Asıl can alıcı kısım; seri katiller, pişmanlık duymayan tecavüzcüler, başkalarının acısından zevk alan psikopatlar...

Anarşizm bu gerçekliğe gözlerini kapatmaz. Çözüm, "ceza" kavramını tamamen terk edip yerine "toplumsal savunma" ilkesini koymaktır. Öncelikle, bu tür vakaların istatistiksel olarak son derece nadir olduğunu kabul etmek gerekir. Mevcut ceza sistemi, bu %1'lik "en kötü" vaka senaryosunun korkusu üzerine inşa edilmiştir, ancak geri kalan %99'luk büyük çoğunluğu (ıslah olabilecek insanları) da bu insanlık dışı sisteme mahkum ederek mahvetmektedir. Bu tutum, pire için yorgan yakmaya benzer. Anarşist yaklaşım, sistemi çoğunluğa göre (onarıcı adalet) tasarlayıp, bu nadir vakalar için ayrı bir protokol oluşturmayı önerir. Toplumun, üyelerini aktif bir tehditten koruma hakkı ve sorumluluğu vardır. Bu durum, anarşizmin temelindeki nefsi müdafaa ilkesinin kolektif bir yansımasıdır. Eğer bir birey, tüm onarıcı ve dönüştürücü çabalara rağmen başkalarına zarar vermeye devam ediyorsa, toplum kendini korumak için harekete geçer. Bu noktada izolasyon şart olabilir. Ancak anarşist izolasyon, devletin hapishanesinden tamamen farklıdır. Amaç asla intikam, acı çektirme veya ders verme değildir. Tek amaç, toplumun güvenliğini sağlamak ve eğer bir gün mümkün olursa o bireyin rehabilitasyonu için kapıyı açık bırakmaktır. Burası, işkence ve aşağılama üzerine kurulu bir beton kafes olmaz. Aksine, yüksek güvenlikli ama aynı zamanda insancıl ve terapötik bir ortam olur. Belki bir "güvenli yaşam komünü" veya "yoğun destek merkezi" gibi adlandırılacak bir yer. Bu mekandaki ilişki, gardiyan-mahkum gibi bir tahakküm ilişkisi değil, toplum adına hareket eden sağlık uzmanları, psikologlar ve gönüllüler ile "suçlu" arasında bir gözetim ve bakım ilişkisi olur. Bu izolasyon, ömür boyu gibi bir intikam yeminiyle değil, yalnızca tehdit devam ettiği sürece geçerli olan bir güvenlik önlemi olarak görülür. Özetleyecek olursak anarşizm, "insanlar melektir" gibi naif varsayımlara dayanarak hareket etmez. İnsanların zarar verebileceği gerçeğini kabul eder. Ancak bu gerçekliğe verilen cevabı değiştirir. Mevcut sistem, en kötücül insanın varlığını, milyonlarca insanı öğüten zalim bir ceza sistemini meşrulaştırmak için kullanır. Anarşizm ise der ki: "Toplumun ezici çoğunluğu için onarım ve barışı temel alalım. Kendimizi, onarılamaz derecede tehlikeli olan o küçük azınlıktan ise, intikamcı bir vahşetle değil, akılcı, insancıl ve savunmaya yönelik bir sorumlulukla koruyalım."

 8. Anarşizm ve devlet meselesiyle ilgili tüm önemli noktalara değinilmiş olundu. Bahsedildiği gibi, devletin lağvedilmesi anarşizmin gerekliliklerinden birisidir. Zira devlet, gücü en çok merkezileştiren, şiddeti en sistematik şekilde tekeline alan ve hiyerarşiyi en bariz biçimde kurumsallaştıran yapıdır. Ancak anarşizmi sadece bir devlet karşıtlığına indirgemek, felsefenin özünü kaçırmak olur. Devletin reddedilmesi, anarşizmin birincil hedefi değil, onun daha derin ve kapsayıcı ilkelerinin kaçınılmaz mantıksal sonucudur. Bu temel ilke, tahakkümün her biçiminin reddedilmesidir. Anarşizm, sadece yöneten-yönetilen ayrımına değil, insanın insan üzerindeki ve insanın ekosistemin kalanı üzerindeki tüm tahakkümüne karşı çıkar. (Burada önemli bir ayrım yapmak gerekir. Ekosistem üzerindeki tahakküme karşı çıkmak, insanın doğadan tamamen elini çekmesini savunan ilkelcilik (primitivizm) veya insanın doğaya tabi olması gerektiğini öne süren bir doğa yüceltmesi anlamına gelmez. Anarşist perspektif, insanın doğayı bir hammadde yığını olarak görerek onu körü körüne sömürmesine, kirletmesine ve yok etmesine karşıdır. Yoksa insanın bilim ve teknoloji ışığında, ekolojik dengeyi gözeten, sürdürülebilir ve saygılı bir biçimde doğayla etkileşim kurarak kendi ihtiyaçlarını karşılamasına değil. Mesele müdahale etmemek değil, kurulan ilişkinin sömürü ve hiyerarşi üzerine kurulu olmamasıdır.) Devlet, bu tahakküm biçimlerinin sadece bir tanesi değil, hepsini koruyan, yasallaştıran ve şiddet tekeliyle ayakta tutan kilit taşıdır. Mevcut mülkiyet ilişkilerini hukukla korur, çürümüş aile yapısını yasalarla kutsar ve milliyetçilik aracılığıyla toplumsal ayrımları derinleştirir. İşte bu yüzden devlet eleştirisi bu kadar merkezidir. Anarşizm, en nihayetinde, daha iyi efendiler, daha adil hiyerarşiler veya daha merhametli devletler arayışı değil, efendisiz, hiyerarşisiz ve tahakkümsüz bir dünya kurma iradesidir.

   9. Anarşizmle ilgili bir başka ciddi eleştiriyi de şu şekilde formüle edebiliriz: "Modern nörobilim, özgür irade kavramının, en asgari varsayımla sorgulanabilir, en uç varsayımla da geçersiz olduğunu göstermiştir. İnsan kararları, büyük ölçüde genetik, çevresel ve biyolojik faktörlerin bir sonucudur. İnsanlar arasında doğuştan gelen ve sonradan gelişen ciddi bilişsel kapasite farklılıkları vardır. Nüfusun büyük bir kısmı ortalama bir zekaya ve uzmanlık bilgisine sahiptir. Anarşizmin önerdiği doğrudan demokrasi ortamında, karmaşık toplumsal, ekonomik ve teknolojik kararlar, uzman olmayan ve ortalama bilişsel kapasiteye sahip milyonlarca insanın etkisine açılacaktır. Bu durum, rasyonellikten uzak kararlara ve nihayetinde toplumsal bir yıkıma yol açacaktır." Bu itirazı ele alırken işe, özgür irade ve determinizmin tanımlamalarını yaparak başlamalıyız.

Özgür irade, kişinin, seçimlerinde ve eylemlerinde gerçekten kendi kendisinin nedeni olabilme, dışsal veya içsel bir zorunluluk ya da belirleyici olmadan, kendi iradesiyle karar verebilme kapasitesi olarak tanımlanabilir. Determinizm, veya bir başka deyişle belirlenimcilik ise, evrende olan her şeyin, öncesindeki koşullar ve yasalar tarafından zorunlu olarak belirlendiğini, yani hiçbir şeyin nedensellik ilkesinden bağımsız bir biçimde, özgürce olmadığını savunan görüştür. Determinizmin en eski savunucularından birisi Fransız astronom ve matematikçi Pierre-Simon de Laplace olarak bilinmektedir. Kendisi, "Laplace'ın Şeytanı" olarak bilinen bir düşünce deneyiyle ünlüdür. Laplace, eğer doğayı yöneten tüm kuvvetleri ve evrendeki tüm varlıkların birbirine göre konumlarını tek bir anda bütünüyle bilen, ayrıca bu verileri işleyecek kadar güçlü bir zeka tasavvur edersek, bu zekanın evrenin geçmişini hiçbir zaman yanılmaksızın yeniden kurabileceğini ve geleceğini de aynı kesinlikte öngörebileceğini savunur.

Tartışmanın nörobilimsel dayanaklarına geçecek olursak, nörobilimci Benjamin Libet'in 1980'li yıllarda yaptığı deneyler, bu tartışmadaki ilk ampirik verilerin oluşmasını sağlamıştır. Bu deneylerde, katılımcılardan, tamamen kendi seçtikleri bir anda, bileklerini veya parmaklarını bükmek gibi basit, kendiliğinden bir motor eylem gerçekleştirmeleri istendi. Eylemin kendiliğinden olması, dış bir uyarana tepki olmaması kritikti. Katılımcıların kafa derisine yerleştirilen elektrotlar aracılığıyla Elektroensefalografi (EEG) ölçümleri yapıldı. Bu ölçümler, özellikle istemli hareketlerden hemen önce ortaya çıktığı bilinen yavaş, negatif bir elektriksel potansiyel olan "Hazırlık Potansiyeli"ni (Readiness Potential - RP) tespit etmeyi  amaçlıyordu. Katılımcılardan, hareket etme yönündeki ilk "dürtü", "istek" veya "niyet"i hissettikleri anı bildirmeleri istendi. Bu öznel raporun zamanlamasını hassas bir şekilde yakalamak için, katılımcılar hızla dönen bir noktası olan özel bir saat kadranını izlediler ve dürtüyü hissettiklerinde noktanın konumunu hatırlayarak rapor ettiler.

Libet, bu bilinçli niyet anını "W" (will/irade) olarak adlandırdı. Eylemin kesin olarak ne zaman gerçekleştiğini belirlemek için, katılımcının koluna Elektromiyografi (EMG) elektrotları takıldı. Bu cihaz, kasların harekete geçtiği anı milisaniye hassasiyetinde ölçtü. Deneyler sonuçlandıktan sonra elde edilen bulgular değerlendirildi. Beyindeki spesifik hazırlık aktivitesi (RP), kişinin harekete geçme kararını bilinçli olarak deneyimlemesinden (W) yaklaşık 350 milisaniye önce başlıyordu. Bu, istemli eylemin bilinçsiz süreçler tarafından başlatıldığı, bilinçli niyetin ise bu sürecin nedeni olmak yerine, halihazırda başlamış olan bir olayın gecikmeli bir farkındalığı olduğu anlamına geliyordu. Libet'in deneylerinin bulguları, özellikle popüler bilimde ve bazı nörobilimciler arasında, liberteryen özgür irade kavramına karşı güçlü bir kanıt olarak yorumlanmıştır. Gerçekten de eğer eylemlerimizin başlatıcısı bilinçli irademiz değilse, o zaman özgür irade bir yanılsama olabilir. Felsefi bir kavram olan özgür irade, ilk kez laboratuvarda ölçülebilir ve potansiyel olarak çürütülebilir bir olgu haline gelmişti. Ancak Libet'in kendisi, deneylerinin sonuçlarına rağmen, özgür iradenin tamamen bir yanılsama olduğu sonucunu kabul etmekte isteksiz bir tavır takındı. Deney sonuçlarının bilinçli iradeye hala bir rol bıraktığını savundu. Bilinçli niyetin (W) ortaya çıkması (T-200ms) ile eylemin kendisi (T-0) arasında yaklaşık 150-200 milisaniyelik bir zaman aralığı olduğunu fark etti. Libet, bu aralığın kritik bir işlevi olabileceğini öne sürdü ve buna "Veto Hipotezi" ismini verdi. Bu hipoteze göre, bilinçli irade bir eylemi başlatamasa da, bilinçsizce başlatılmış olan bu eylem sürecini son anda durdurabilir veya veto edebilir. Bu görüşe göre özgür irade, bir "özgür yapma" (free will) yeteneği değil, bir "özgür yapmama" (free won't) yeteneğidir. Libet bu mekanizma ile bilinçli kontrole ve dolayısıyla ahlaki sorumluluğa bir kapı aralamaya çalışmıştır. Bu tartışma elbette ki Libet'le sınırlı kalmamıştır. Filozof Alfred Mele, Libet deneyinin yorumuna yönelik eleştiri sunan isimlerden birisi olmuştur. Mele, Hazırlık Potansiyeli'nin (RP) nihai, kesinleşmiş bir kararı değil, sadece harekete geçmeye yönelik gelişmekte olan bir dürtüyü veya eğilimi işaret edebileceğini savunmuştur. Ayrıca Mele, Libet'in deney düzeneğinin metodolojik bir kusuruna işaret eder; deney yalnızca bir hareketin gerçekleştiği denemeleri kaydeder. Bir dürtünün ortaya çıktığı (ve bir RP'nin oluştuğu) ancak üzerine hareket edilmediği durumları yakalayamaz. Bu, deneyin göremediği bir "özgür yapmama" (free won't) biçimidir ve bu olasılık, RP'nin eylemin kaçınılmaz bir başlatıcısı olduğu fikrini zayıflatır.

Filozof Daniel Dennett ise, Libet'in yorumunun, "Kartezyen Tiyatro" olarak adlandırdığı hatalı ve örtük bir düalist bilinç anlayışına dayandığını savunur. Bu anlayış, beyinde bilincin gerçekleştiği tek bir merkez veya an olduğu fikridir. Sanki bilinç, bir tiyatro sahnesinde oturan ve beyinden gelen raporları izleyen bir seyirci gibidir. Dennett, bunun yerine bilincin beyinde zaman ve mekana yayılmış, dağıtık bir süreç olduğunu öne sürer. Bir kararın bilinçli hale gelmesi için geçmesi gereken tek bir bitiş çizgisi yoktur. Bu nedenle, bir katılımcıdan bilinçli bir kararın tam anını belirlemesini istemek, temelde anlamsız bir görevdir. Libet'in modeline, Dennett ve Mele'nin ardından başka itirazlar da üretilmiştir. Bunların en önemlilerinden birisi Aaron Schurger'in "Stokastik Birikim Modeli" ve "Nöral Gürültü Hipotezi"dir. Schurger'in stokastik birikim modeline göre, RP, belirli bir eyleme hazırlanmanın spesifik bir sinyali değildir. Bunun yerine, beynin sürekli devam eden, rastgele (yani stokastik) nöral dalgalanmalarının veya nöral gürültünün ortalaması alındığında ortaya çıkan istatistiksel bir yapaylıktır. Bu modelde, beynin motor sistemi sürekli olarak rastgele dalgalanmalar sergiler. Katılımcılardan kendiliğinden bir hareket yapmaları istendiğinde, aslında bu rastgele gürültünün belirli bir eylem eşiğini geçmesini beklerler. Gürültü dalgalanması tesadüfen bu eşiği aştığında, hareket tetiklenir. Araştırmacılar, harekete kilitlenmiş birçok denemenin EEG verilerini geriye dönük olarak ortaladıklarında, harekete yol açan bu rastgele yukarı yönlü sürüklenmeler, yavaş ve amaçlı bir rampa gibi görünür. Eğer bu model doğruysa, RP karara neden olmaz, sadece bir kararla sonuçlanan rastgele nöral aktivitenin ortalama izidir. Kararın kendisi, eşiğin aşıldığı anda, yani eyleme çok daha yakın bir zamanda gerçekleşir. Bu yorum, "beyin sizden önce karar verir" şeklindeki zaman çizelgesini tamamen geçersiz kılar ve Libet deneyinin özgür iradeyi dışlamadığını gösterir. Ancak daha sonraları, Libet'in veto hipotezine karşı çok ciddi bir eleştiri daha yükseltildi. John-Dylan Haynes ve ekibi, fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) kullanarak, katılımcıların sol veya sağ düğmeye basma seçimini, katılımcıların kararlarının bilinçli olarak farkına varmalarından 10 saniye öncesine kadar, şans seviyesinin üzerinde bir doğrulukla tahmin edebildiklerini gösterdi.

Bu bulgu, Libet'in zaman çizelgesini ciddi bir şekilde uzattı ve sadece ne zaman hareket edileceğini değil, hangi seçimin yapılacağını da içerdiği için özgür iradeye karşı daha da güçlü bir argüman gibi göründü. Bu deneyle bağlantılı bir uygulamada, hareketin iptal edilemediği bir geri dönüşü olmayan nokta tespit edildi. Bu nokta, kas hareketinin başlamasından yaklaşık 200 milisaniye önceydi. Eğer dur sinyali bu noktadan sonra gelirse, hareket artık durdurulamıyordu. Bu bulgu, Libet'in kendi söyledikleriyle doğrudan çelişir. Libet, vetonun son 200 milisaniyelik pencerede işleyebileceğini öne sürmüştü. Ancak Haynes'in verileri, tam da bu pencerenin eylemin artık durdurulamaz olduğu an olduğunu göstermektedir.

Tüm bu veriler, öne sürülen hipotezler, hipotezleri izleyen deneylerin üzerine söylenmesi gereken önemli bir şey daha var; tüm bu tartışma, hipotez ve hipotezleri izleyen deneylerin, irade kavramını aşırı derecede basitleştirmesi. Bizler özgür iradeden bahsederken, kastettiğimiz şey genellikle anlamsız bir parmak hareketinden çok daha fazlasıdır. Libet tarzı deneylere getirilebilecek en temel eleştirilerden biri, hiçbir neden olmaksızın bir parmağı bükmek veya oynatmak gibi keyfi ve anlamsız kararları incelemeleridir. Oysa özgür irade, ezici çoğunlukta, nedenlere, değerlere ve hedeflere dayanan seçimlerle ilgilidir. Bir kariyer seçimi yapmak, ahlaki bir ikilemle yüzleşmek veya uzun vadeli bir plan oluşturmak akla gelebilecek örneklerden bazılarıdır. Basit motor görevlerden elde edilen bulguları tüm irade biçimlerine genellemek bir hata olabilir. Nörobilim, bu iki karar türü arasında ayrım yapmaya başlamıştır. Keyfi kararlar, Schurger'in modelinde olduğu gibi, stokastik dalgalanmalara daha duyarlı olabilirken, "müzakereci" diye adlandırabileceğimiz daha bilinç düzeyinde gerçekleşen komplike kararlar farklı ve daha karmaşık nöral devreleri harekete geçirir. Bu, özgür iradenin tek bir mekanizma olmadığını, farklı karar türlerinin farklı nöral süreçlere dayandığını düşündürmektedir. Daha yeni araştırmalar, yakın niyetler (hemen şimdi bir düğmeye basma kararı vs.) ile uzak niyetler (daha sonra mağazaya gitme kararı vs.) arasında farklar bulunduğunu göstermektedir. Daha çağdaş çalışmaların sonuçlarını da hesaba katarak son bir söz söyleyecek olursak, (çalışmaların tamamı konuyu daha da uzatmamak için buraya eklenmemiştir.) nörobilim, özgür iradenin var olmadığını kanıtlamadı, aksine bu kavramı daha rafine bir şekilde anlamamızı sağladı. Araştırmalar gösteriyor ki ahlaki ve karmaşık kararlar, beynin ventromedial prefrontal korteks (duygusal değerlendirme) ve dorsolateral prefrontal korteks (bilişsel kontrol) gibi farklı bölgelerinin koordineli çalışmasıyla alınıyor. Beynin rastgele süreçleri (nöral gürültü) ise yaratıcılık ve esneklik sağlayabilir, ancak bu durum ironik olarak kontrolümüz dışında olma problemini de beraberinde getiriyor. Libet'in ünlü "Hazırlık Potansiyeli" deneylerinin eleştirel yeniden değerlendirmesi, basit motor hareketlerle karmaşık kararları aynı kefeye koymanın hatalı olduğunu ortaya koyuyor. Sonuç olarak mesele, "özgür irade var mı yok mu" sorusu yerine, "hangi tür iradi kontrol ne zaman nasıl çalışır" sorusuna evrilmiş durumda. Bu da, mutlak özgürlük yerine bir irade spektrumu anlayışını destekliyor. Yani basit reflekslerden karmaşık ahlaki kararlara kadar uzanan bir yelpazeyi kapsayan ve bağdaşırcılık (özgür irade ve determinizmin bir arada var olabileceğini savunan görüş) felsefesiyle örtüşen bir bakış açısı.