Üniter ulus devletin çoraklığı ve çalınan 15 milyon hayat

Mesele devletlerin lütfedeceği bir barış ya da içi boşaltılmış, riyakar bir "kardeşlik" türküsü değil, mesele çalınan hayatların hesabını sorabilme cüretidir. Anadolu'nun o"buharlaşan" 15 milyonu, bir nüfus istatistiği değil, bu coğrafyanın yok edilen, çoraklaştırılan, binlerce yıllık kültürel hafızasıdır.

Üniter ulus  devletin çoraklığı ve çalınan 15 milyon hayat
İttihat paşaları bir arada.

İznik Gölü’nün kıyısında, 1700 yıl önce Hristiyanlık tarihinin akışını değiştiren o kadim konsilin toplandığı topraklarda bugün Papa XIV. Leo yürüyor. Devlet ricali tedirgin, Ankara’nın gri koridorlarında "beka sorunu" hezeyanları yankılanıyor. Oysa Papa’nın burayı ziyaret etmesi kadar doğal, bu toprakların tarihsel belleğiyle buluşması kadar normal bir şey yok. Anormal olan; yüz yıldır kapılarını dış dünyaya kapatarak, kendi tekçi anlayışlarını, homojenlik masallarını ve suç ortaklığını saklama güdüsüyle hareket eden devletin o bitmek bilmez hezeyanlarıdır.

Bugün, 2025’in sonlarında, Papa’nın ziyareti ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılacağına dair Washington-Ankara hattındaki pazarlıklar, bu coğrafyanın günahlarıyla bizi yüzleşmeye çağırıyor. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, "tek tip insan" yaratma hayali uğruna, bu coğrafyanın damarlarını kesti, ciğerlerini söktü.

Buharlaşan milyonlar ve matematiğin ifşası

Rakamlar yalan söylemez, ama devletler söyler. Gelin, resmi tarihin halı altına süpürdüğü o kanlı matematiğe, "demografik buharlaşma" dediğimiz o büyük suça bakalım: 1914 yılında bu topraklarda nüfusun yaklaşık %20’si Hristiyan’dı. Mahallemizdeki beş kişiden biri Artin’di, Yorgo’ydu, Eleni’ydi. 1927’deki nüfus sayımında bu oran %2,5’e düştü. Bugün ise 85 milyonluk Türkiye’de "öteki" diye kodlanan, yaşam mücadelesi veren gayrimüslim nüfus %0,2 bile değil.

Bu yıkım sadece Anadolu ile sınırlı kalmadı; komşularımıza baktığımızda da aynı kanlı senaryonun farklı perdelerini görüyoruz. Irak'ta, o kadim Mezopotamya'da, 20. yüzyılın başında nüfusun kayda değer bir kısmını oluşturan ve kuzey bölgelerde %12-20 bandına çıkan Hristiyanlar, savaşlar ve IŞİD barbarlığıyla bugün %1'in altına, bir avuç "tolere edilen" azınlığa düştü. Suriye'de %30'ları bulan o renkli mozaik, iç savaşın ve cihatçı, islamcı terörün pençesinde %2'lere kadar geriledi. İran'da ise 1900'lerin başında Urmiye ve Tebriz'de yoğunlaşan Hristiyan nüfus, devrim ve baskılarla %0.5'ten %0.15'lere kadar eridi; kalanlar ise sessiz birer gölgeye dönüştü. Mısır'da bile, bölgenin en köklü halkı olan Kıptiler, %15'lik tarihsel varlıklarından, sistematik baskılarla %5-10 bandına sıkıştırıldı.   

Soruyorum: Bu insanlar buharlaşmadı, uzaya gitmedi. Bu, sistematik bir imha, 1915 Ermeni Soykırımı, 1923 Mübadelesi, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül gibi devlet organizasyonlu pogromların en dolaysız sonucudur. Bu, devletin "tek tip ulus" yaratma projesinin kanlı bilançosudur. Eğer bu kıyımlar yaşanmasaydı, bugün aramızda yaşayan, bizimle aynı havayı soluyan 10 ila 15 milyon Hristiyan komşumuz, arkadaşımız, dostumuz olacaktı.

Müslüman komşusuyla aynı ekmeği paylaşan, bu toprakların kültürünü, müziğini, mimarisini var eden 15 milyon insan... Onların yokluğu, sadece istatistiki bir veri değil; Anadolu’nun ruhunda açılmış, irini kurumayan devasa bir yaradır. Hiçbir Müslüman devletinde Hristiyan nüfus bu denli dramatik bir şekilde yok edilmedi. Ortadoğu coğrafyasında Hristiyanlığın kökünü kazıyan yegane "başarı", ne yazık ki bizim ulus-devletimizin hanesine, o kanlı siciline yazılmıştır.

Radikal bir teklif: Fener’de sınırsızlık

Devletin "egemenlik" diye kutsadığı şey, halkların boğazına geçirilmiş tasmadan başka bir şey değildir. Bakın, Vatikan BM tarafından tanınan, sadece 40 dönümlük bir devletçik. 

Önerimiz, devletçi zihinleri felç edecek kadar basit ve bir o kadar devrimcidir: Haliç’in kıyısındaki Fener Rum Patrikhanesi’ne, denizle bağı olmayacak şekilde, tahmini 100 dönümlük bir arazi vererek bağımsız bir statü tanınmalıdır. Ekümeniklik tartışmalarını, o kaymakamlık seviyesindeki bürokratik engelleri çöpe atıp, 300 milyon Ortodoks inananın ruhani merkezini özgürleştirmeliyiz.

Bu öneri, tarihimize yabancı bir "Batı dayatması" değildir; aksine Fatih Sultan Mehmed'in devlet aklına, o kayıp hafızaya bir dönüştür. Fatih, 1453'te İstanbul’u fethettiğinde Patrik Gennadios'a verdiği ahidnameyle (berat), Patrikhane'ye sadece ibadet özgürlüğü vermemiş; onu vergi muafiyeti, mülkiyet hakkı ve en önemlisi kendi cemaatini yargılama yetkisiyle donatılmış "devlet içinde bir devlet" statüsüne yükseltmişti. Patrik, vezir protokolünde ağırlanır, "Millet Başı" olarak sivil ve ruhani otoriteyi temsil ederdi.   

Peki ne oldu o "büyük devlet" aklına? Bu tarihi mutabakat, 1821 Yunan İsyanı'nın yarattığı panik ve ardından gelen 1826 Vaka-i Hayriye (Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması) sürecinde II. Mahmud tarafından yerle bir edildi. Patrik V. Gregorios'un Patrikhane'nin orta kapısında asılmasıyla başlayan süreç, Fatih'in tanıdığı o ayrıcalıklı ve özerk yapının, merkeziyetçi modern devlet korkusuyla boğulmasıyla sonuçlandı. Bizim bugün "bağımsız statü" dediğimiz şey, aslında 1826 öncesindeki o özgüvenli devlet pratiğinin, modern dünyada bir iade-i itibarla güncellenmesidir.   

Bu, Türkiye’den toprak kaybetmek demek değildir; bu, Türkiye’yi boğan o tekçi deli gömleğini yırtıp atmak, sınırları anlamsızlaştırmaktır. Düşünün; 300 milyonluk bir inanç kitlesinin kalbi Fener’de atacak. Tarihi Yarımada dolacak, esnaf kazanacak diyorlar... Bunlar kapitalizmin acımasız, insan yaşamını hiçe sayan kâr hırsı, bizi ilgilendiren kısmı bu değil. Bizi ilgilendiren, bu toprakların tarihsel misyonunun iade edilmesidir. Papa’nın ziyareti ve potansiyel ziyaretçilerle Anadolu, yılda 150 milyon insanı ağırlayabilir. "Arızalı inançlarımızı" koruma güdüsüyle kapattığımız o kapılar, aslında halkların kardeşliğine açılan kapılardır.

Evet, mülkiyet hırsızlıktır, toprak kimsenin değildir, herkesindir. Ancak, bir ibadethanenin devlet zoruyla, polis dipçiğiyle, fetihçi bir kibirle başka bir dinin kılıç hakkı sembolüne dönüştürülmesi kültürel bir gasptır, aşağılık bir tahakkümdür. Ayasofya’nın, Kariye’nin veya İznik’teki o kadim yapıların asıl sahiplerine, yani Hristiyan dünyasına iadesi, devletin kendi gölgesiyle, kendi tarihiyle kavgasını bitirmesi demektir.

Farklı dine mensup kişilerin ibadet yerleri ve varlıkları bizi rahatsız etmez; bizi rahatsız eden, devletin "tek tip insan" dayatmasıdır. Bu dayatma zulümdür, faşizmdir.

Ve en önemlisi: Bir özür. Ama kuru bir "pardon" değil. İspanya ve Portekiz, 500 yıl önce kovdukları Sefarad Yahudilerinin torunlarına vatandaşlık vererek tarihlerindeki o kara lekeyle yüzleşti. Biz de 1915 Ermeni Soykırımı’nda çöle sürülen, 1923’te gemilere bindirilip gönderilen o milyonların torunlarına kayıtsız şartsız vatandaşlık vermeliyiz. Yaşanan o büyük acıların telafisi olamaz belki ama, tarihsel bir utancın yükünü hafifletecek somut bir adım, bir "özür mahiyetinde" olabilir.

Meryem Ana bizimle, devlet kiminle?

Devletin yerinde olsak –ki devletin yerin dibine batmasını yeğlerim– bu toprakların Hristiyanlığın doğduğu topraklar olduğunu kabul ederdik. Meryem Ana Selçuk’ta yaşıyor, Aziz Paul bu yollarda yürüdü, İznik Konsili burada toplandı. Bu gerçeği reddetmek, güneşin doğuşunu reddetmek gibidir.

Sadece Paul mü? Bugün sınır kenti muamelesi gören Antakya, Hristiyanlık tarihinin Roma'dan bile önceki başkentidir. İsa'nın takipçilerine "Hristiyan" adının ilk kez verildiği yer burasıdır. 12 Havari'nin en büyüğü sayılan Aziz Petrus (St. Pierre), ilk kilisesini burada kurmuş, ilk piskoposluk makamını bu topraklarda oluşturmuştur. Paul ve Barnabas, dünyayı dönüştürecek yolculuklarına buradan çıkmışlardır. Yani Havarilerin nefesi, Vatikan'ın mermer salonlarında değil, Antakya'nın mağara kiliselerinde, Anadolu'nun damarlarında atmaktadır.   

Tüm kutsal mekanları özgürce Hristiyan dünyasının ilgisine hemen açmalıyız. Karşılıklı saygı ve anlayış ile, sınırsız ve devletsiz bir dünyada birlikte yaşayabiliriz. Bugün Papa İznik’te, imparatorların gölgesinde dua ederken; bizler, bu toprakların "ötekileştirilenleri" adına, o kadim sessizliği bozalım.

Mesele, devletlerin lütfedeceği bir barış ya da içi boşaltılmış, riyakar bir "kardeşlik" türküsü değildir; mesele, çalınan hayatların hesabını sorabilme cüretidir. Anadolu’nun o "buharlaşan" 15 milyonu, bir nüfus istatistiği değil, bu coğrafyanın yok edilen, çoraklaştırılan binlerce yıllık kültürel hafızasıdır.

O nefes geri dönmeden, o hayaletler huzur bulmadan, bize de rahat yok. Sınırları, pasaportları ve mülkiyetin o kanlı dişlilerini kırıp atalım. Fener’i de, İznik’i de, gasp edilen her karış toprağı da devletin elinden alıp, tek gerçek sahibine; sınırsız, sınıfsız ve devletsiz bir yeryüzüne iade edelim.