Felsefi anarşizm -II-
Halkın yönetimde söz sahibi olduğu demokratik bir devlet fikri kulağa hoş gelse de, pratikteki temsili demokrasi gerçek bir özyönetim değildir. Seçimlerde oy kullanmak, bireyin kendi hayatı üzerindeki karar alma gücünü birkaç yıllığına bir siyasetçi sınıfına devretmesi, yani kendi gücüne yabancılaşması anlamına gelir. Anarşizm ise bireyin kendi gücünün devredilmesini değil, doğrudan kullanılmasını savunur.
4. Anarşizmin devlet eleştirisinde vardığı en uç nokta devletin yol açtığı sömürgecilik, emperyalizm ve savaşlardır. Her devlet, belirli bir toprak parçası üzerinde egemenlik iddia eder ve diğer devletleri potansiyel birer rakip olarak görür. Bir devlet kendi güvenliğini sağlamak için silahlandıkça, diğer devletler için bir tehdit haline gelir ve bu da onları daha fazla silahlanmaya iter. Bu, sonu gelmeyen bir güvensizlik ve rekabet sarmalıdır. Uluslararası ilişkiler literatürü bu sarmalı "güvenlik ikilemi" diye adlandırır. Bir devletin kendini savunmak için aldığı önlemler bile, niyetler net olmadığı için, başkalarınca tehdit gibi algılanır; onlar da karşı önlem alır ve herkes kendini daha güvensiz bulur. Sorun çoğu kez kötü niyet değil, belirsizlik ve saldırı ile savunma araçlarının ayırt edilememesidir. Sonuç, niyetlerden bağımsız tırmanma, silahlanma yarışı ve kimi zaman önleyici hamlelerdir.
Devletler, kendi sınırları içindeki egemenliğini ve gücünü artırmak, dünya siyasetinde daha fazla söz sahibi olmak ve daha fazla ekonomik güç için doğal olarak genişlemeye meyillidir. Modern çağda bu genişleme, kapitalist ekonomilerin kar ve pazar arayışıyla birleşerek emperyalizmi doğurmuştur. Devlet, kendi ulusal egemen sınıfının çıkarlarını korumak için askeri ve siyasi gücünü kullanır. Başka topraklardaki kaynakların (petrol, madenler, ucuz iş gücü vb.) sömürülmesi, yeni pazarların zorla açılması ve ticaret yollarının güvence altına alınması için devletin ordusu, diplomasisi ve istihbaratı bir araç olarak kullanılır.
Emperyalizm, basitçe devletin şiddet tekelinin ve hiyerarşik yapısının kendi sınırlarının dışına taşmasıdır. Korunan şey ulusun çıkarları değil, devleti yöneten siyasi ve ekonomik elitlerin çıkarlarıdır. Amerikalı yazar Randolph Bourne'un ünlü sözüyle, "Savaş, devletin en sağlıklı halidir." Savaş, devletin varlığını meşrulaştıran ve gücünü doruk noktasına çıkaran nihai olaydır. Gücü doruk noktasına çıkarma süreci, birkaç mekanizmayla başarılır. Savaş sırasında devlet, "ulusal birlik" ve "beka" söylemleriyle her türlü iç muhalefeti, grevi ve sivil itaatsizliği "vatan hainliği" olarak damgalayarak ezme fırsatı bulur. Sivil özgürlükler askıya alınır, sansür artar, toplum militarize edilir. Devlet, halkını savaşa ikna etmek için bir düşman imgesi yaratır. Milliyetçilik ve yurtseverlik, insanları aslında kendi çıkarlarına hizmet etmeyen bir savaşta ölmeye ve öldürmeye ikna etmek için kullanılan en güçlü ideolojik araçlardır. İnsanlar, devletin bekası için kendi hayatlarını feda etmeye gönüllü hale getirilir. Savaş, tüm ekonomik ve toplumsal kaynakların devletin kontrolünde toplanmasını sağlar. Askerlik zorunlu hale gelir, vergiler artar, ekonomi savaş ihtiyaçlarına göre düzenlenir. Bu dış baskı, devletin içerideki davranışını da biçimlendirir: ordu kurmak, vergi toplamak, kayıt tutmak, yollar ve tedarik yolları inşa etmek zorunda kalan devlet, bu süreçte zorla kaynak toplama ve bürokratik kapasite biriktirir. Yani dış rekabet, içeride vergi–bürokrasi–zor üçlüsünü büyütür, barış zamanında bile bu araçlar muhalefeti bastırmak ve ekonomik çıkarları kollamak için kolayca devreye sokulabilir. Devlet, toplumun her hücresine nüfuz eder ve gücünü mutlaklaştırır. Bugün hala görmeye devam ettiğimiz bu tablo, barışın devletler arası anlaşmalarla, uluslararası hukukla veya Birleşmiş Milletler gibi yine devletlerden oluşan kurumlarla gerçek anlamda sağlanamayacağını gösterir. Çünkü sorunun kaynağı, bizzat devletin kendisidir. Devletler var olduğu sürece, rekabet, sömürü ve savaş potansiyeli de var olacaktır.
5. Anarşizmin devlet eleştirisine ve devleti neden lağvetmek istediğine değindikten sonra, bazı yaygın karşı eleştirileri cevaplamak gerekir. Bunlardan bir tanesi, "devletlerin topladıkları vergileri kamu yararına harcamaları, polis, asker, jandarma ve hukuk sayesinde asgari düzeyde asayiş ve vatandaş güvenliğini sağlamaları, vatandaşlarına bazı önemli haklar vermeleri" olacaktır. "Madem devlet egemen ve koordinatör sınıf haricindekilere yapısal zorbalık ve baskı uyguluyor, özgürlüklerini kısıtlıyor, güçlerini kırıyor, peki o zaman bunlara ne diyeceksin?" Mesela vergi meselesini ele alalım. Bunu bir örnekle yapabiliriz. Bir mahallede bir mafya var, bu mafya insanlardan zor kullanarak haraç topluyor, vermeyenin özgürlüğünü kısıtlıyor. Topladığı paranın bir kısmını o mahalleliye hizmet için kullanıyor. Verilen hizmet o insanlara fayda sağlasa da, bu durum paranın zorla toplanmış olduğu gerçeğini ve bu ilişkinin zorbalığa dayalı doğasını değiştirmez.
Karşı görüşü dürüstçe not edelim: Bazı tarihçiler, devletin savaşlar ve dış rekabet yüzünden hem zor kullanarak para topladığını hem de bu sırada vergi dairesi, nüfus sayımı, ölçü ve tartı standartları, yollar, limanlar, temiz su ve sağlık gibi ortak altyapılar kurduğunu, yani belli bir "iş yapabilme gücü" (kapasite) geliştirdiğini söyler. Charles Tilly, devleti kurma sürecini organize suça benzetirken bile bu kapasitenin nasıl biriktiğini gösterir, Margaret Levi, vergi sistemlerinin insanların rızasını nasıl ürettiğini ve uyum maliyetlerini nasıl düşürdüğünü anlatır, John Brewer, kısaca "para ve ordu devleti" diye özetlenebilecek biçimde İngiltere örneğini inceler, Douglass North, John Wallis, Barry Weingast, şiddetin nasıl örgütlenip kurumlarla kısıtlandığını tartışır, Peter Evans ise devletin toplumla bağlantılı ama belli ölçüde bağımsız çalışabildiği durumlarda kalkınma üretebildiğini savunur.
Anarşist itiraz şudur: Bu kapasite tarafsız bir alet değildir, kime hizmet edeceğine güç ilişkileri karar verir. Aynı yollar, kayıt sistemleri ve vergi düzenekleri, kriz anında içeride baskıyı, dışarıda savaşı büyütmek için de hızla seferber edilebilir. Vergi yükü çoğu zaman aşağıdakilerin omzuna daha ağır biner, harcama denetimi zayıftır. Bu yüzden "vergi = mafya haracı" benzetmesi sadece bir slogan değil, kökendeki zor unsurunu görünür kılar. Adil olmak için şu soruyu sormak gerekir: Bu kapasite tam olarak ne üretiyor ve kimin için üretiyor? Bu zorunlu tahsilatın yarattığı ikinci büyük sorun, toplanan kaynaklar üzerindeki halk denetiminin fiilen çok sınırlı olmasıdır. Vergi mükellefleri olarak, vatandaşlar kendilerinden alınan paranın nereye ve nasıl harcanacağına dair anlamlı bir söz hakkına sahip değiller. Bütçeler, halkın anlayamayacağı kadar karmaşık.
Demokratik olduğu iddia edilen sistemlerde birkaç yılda bir oy kullanmak, bu devasa kaynakların tahsisi üzerinde gerçek bir kontrol sağlamaz. Daha da kötüsü, vergilerimiz sıklıkla bizim aleyhimize kullanılır. Örneğin, ücret artışı veya daha iyi çalışma koşulları için greve giden işçilerin karşısına dikilen polisin maaşı, kalkanı ve copu, bizzat o işçilerin ödediği vergilerle finanse edilmiştir. Benzer şekilde, halkın onaylamadığı savaşları yürüten orduların silahları, muhalifleri dinleyen istihbarat teşkilatlarının teknolojisi veya lüks ve israf dolu bürokratik harcamalar, tamamı halkın cebinden karşılanır.
Ayrıca dünya genelinde vergi yükü, maaşından başka geliri olmayan ve tüketmek zorunda olan milyonlarca emekçinin sırtındadır. Gelir vergisi, Katma Değer Vergisi (KDV) gibi dolaylı vergiler, kaçınılması imkansız olan ve gelirin büyük bir kısmını alan kesintilerdir. Öte yandan, büyük servet sahibi elitler ve şirketler için vergi, kaçınılması gereken bir maliyettir. Sermayenin küresel hareketliliği sayesinde, İsviçre gibi "vergi cenneti" ülkelerde, "müşteri gizliliği" gibi prensiplerin arkasına sığınarak servetlerini devletlerin denetiminden kolayca kaçırabilirler. Sistem, emeği vergilendirirken sermayeyi korur.
Sıra asayiş meselesine geldi. Asgari düzeyde bir düzenin sağlanması, halka sunulan bir lütuf değil, bizzat devletin kendi varlığını sürdürebilmesi için mutlak bir zorunluluktur. Zira mutlak bir kaosun ve can güvenliğinin tamamen ortadan kalktığı bir ortamda, ne ekonomik üretim ve ticaret sürebilir, ne de vergiler düzenli olarak toplanabilir. Toplumsal yaşamın öngörülebilir bir şekilde organize olamaması, sadece halkı değil, doğrudan devlet aygıtını ve onun iktidarını elinde bulunduran egemenleri de tehdit eder.
Vergi örneğinde olduğu gibi yine bir benzetmeye gidecek olursak, devlet, bu anlamda, sürüsünün tamamen dağılmasını veya yırtıcılar tarafından yok edilmesini istemeyen bir çobana benzer. Çobanın amacı sürünün mutluluğu değil, sürünün varlığını ve sömürülebilirliğini sürdürmektir. Bu nedenle devletin sağladığı asayiş, tüm vatandaşlar için mutlak bir güvenlik ve adalet ortamı yaratmayı hedeflemez. Aksine, sistemin çökmesini önleyecek, isyanları bastıracak ve ekonomik sömürünün devamlılığını sağlayacak yeterli bir kontrol düzeyini hedefler. Vatandaşlara devlet tarafından verilen haklar mevzusuna gelecek olursak, işe bunun çok büyük bir yanılmasa olduğunu söyleyerek başlamak gerekir. Aslına bakacak olursak, hak olarak nitelenen şey soyut bir ilke değil, bir toplumsal mücadelenin ve pratiğin adıdır. İnsanlar, belirli bir özgürlüğü (konuşma, örgütlenme, toplanma vs.) bir otoriteden izin almadan, fiilen kullanmaya başladıklarında, o hakkı pratikte yaratmış olurlar. Hak, yasa metinlerinde değil, sokaklardaki, iş yerlerindeki ve meydanlardaki direnişle doğar.
Peki devletin anayasaya bir "hak" olarak yazdığı şey nedir? Bu, yaşayan pratiğin kendisi değil, o pratikle varılan bir uzlaşının ve ateşkesin metnidir. Tarihsel olarak devlet, bir toplumsal hareketin yarattığı gücü (grevler, isyanlar, kitlesel itaatsizlik vs.) tamamen ezemeyeceğini anladığında, o gücü kontrol altına almak ve yatıştırmak için stratejik bir ödün verir. Devlet, bu mücadele karşısında geri adım atarak, o pratiğin sınırları çizilmiş, denetlenebilir ve yasal bir versiyonunu tanımayı teklif eder. Bir örnek verecek olursak, devlet örgütlenme özgürlüğünü tanıdığında, aslında şunu der: "Kontrolüm dışında, devrimci bir potansiyel taşıyan vahşi örgütlenmeler yerine, yasalara uyan, sendika bürokrasisi içinde denetleyebileceğim, ne zaman ve nasıl grev yapacağı yasalarla belirlenmiş evcil bir örgütlenmeye izin veriyorum." Bu tanıma anı, aynı zamanda o mücadelenin evcilleştirildiği andır. Canlı, dinamik ve öngörülemez bir toplumsal pratik, artık devletin yorumuna, mahkemelerin kararlarına ve polisin insafına kalmış yasal bir maddeye dönüşür. Bu ödünlerin ne kadar kırılgan olduğu ise, devletin kendini tehdit altında hissettiği anlarda ortaya çıkar. "Olağanüstü hal" veya "ulusal güvenlik" gibi gerekçelerle ilk askıya alınan şeyler, bu tanınmış haklardır. Çünkü devletin tanıdığı şey, mücadelenin kendisi değil, o mücadeleyle imzalanan ateşkes metnidir. Ve ateşkesler, taraflardan biri kendini yeterince güçlü hissettiğinde her zaman bozulabilir. Sonuca bağlayacak olursak, devletin hak tanıması, bir özgürlük alanı açmaktan çok, zaten var olan bir özgürlük pratiğini yasal bir çerçeveye hapsederek sınırlamak ve kontrol altına almaktan ibarettir.
6. Anarşizmin devleti lağvetme fikrine getirilen bir başka eleştiri ise şöyle ifade edilebilir: "Neden devleti tamamen ortadan kaldıralım ki? Tüm halkın yönetimde söz sahibi olduğu, demokratik, sınırlı bir devlet örgütlenmesi inşa ederiz olur biter. Her devlet zorba, özgürlük düşmanı ve savaşa aç olacak diye bir kaide yok." Buna, anarşist bir perspektiften "özgür ve demokratik devlet yanılgısı" adını verebiliriz. Halkın yönetimde söz sahibi olduğu demokratik bir devlet fikri kulağa hoş gelse de, pratikteki temsili demokrasi gerçek bir özyönetim değildir. Seçimlerde oy kullanmak, bireyin kendi hayatı üzerindeki karar alma gücünü birkaç yıllığına bir siyasetçi sınıfına devretmesi, yani kendi gücüne yabancılaşması anlamına gelir. Anarşizm ise bireyin kendi gücünün devredilmesini değil, doğrudan kullanılmasını savunur. Kararlar, o kararlardan etkilenen insanlar tarafından, aracısız bir şekilde alınmalıdır. (Doğrudan demokrasi aracılığıyla.) Demokrasi, en iyi haliyle bile, genellikle çoğunluğun azınlık üzerindeki egemenliğidir. %51'in iradesi, %49'un iradesini ezme hakkına sahip midir? Anarşizm, bireyin ve azınlıkların özgürlüğünü, çoğunluğun keyfiyetine feda etmeyi reddeder. Temsili demokrasi, kaçınılmaz olarak çıkarları halkın çıkarlarından ayrışan profesyonel bir yönetici sınıf yaratır. Bu sınıfın önceliği halka hizmet etmek değil, yeniden seçilmek, gücü ve imtiyazları korumaktır. "Sınırlı devlet" fikrine gelecek olursak, bu düşünce gücün doğasına aykırıdır. Tarih, gücün bir kez merkezileştirildiğinde, kendini sınırlamak yerine sürekli genişleme ve yayılma eğiliminde olduğunu göstermiştir. Devlet aygıtı (polis, ordu, bürokrasi, istihbarat) bir kez kurulduğunda, onu kontrol edenlere toplum üzerinde muazzam bir güç verir. Bu gücün sadece gerektiğinde kullanılacağı varsayımı saflıktır. Her kriz, her ulusal güvenlik tehdidi, devletin yetkilerini artırması için bir bahane olur ve bu yetkiler kriz geçtikten sonra nadiren geri alınır.
Amerika Birleşik Devletleri, sınırlı devlet fikrinin başarısızlığını göstermek için kusursuz bir örnektir. Kurucu babalar, Britanya monarşisinin merkezi gücünden duydukları derin şüpheyle, devleti kasıtlı olarak sınırlamak için bir sistem tasarladılar. Anayasa, güçler ayrılığı, federalizm ve Haklar Bildirgesi gibi mekanizmalarla federal hükümetin yetkilerini açıkça sınırlamayı amaçlıyordu. Amaç, bireysel özgürlükleri koruyan, minarşist siyaset felsefesi tarafından da savunulan minimal bir "gece bekçisi devleti" idi. Önce iç savaş, federal hükümetin gücünü muazzam ölçüde merkezileştirdi. Zorunlu askerlik getirildi, ulusal bir para birimi dayatıldı, gelir vergisi ilk kez uygulandı ve en önemlisi, federal hükümetin eyaletler üzerindeki mutlak üstünlüğü kanıtlandı. 20. yy'ın ilk yarısında Büyük Buhran gibi ekonomik krizler, devletin ekonomiye kitlesel müdahalesinin kapısını açtı. "New Deal" programları ile devasa sosyal güvenlik kurumları, düzenleyici ajanslar ve federal projeler yaratıldı. Sınırlı devlet fikri, sosyal refah devleti fikriyle kalıcı olarak yer değiştirdi. Yüzyılın ikinci yarısında, ulusal güvenlik kavramı, devasa bir askeri-endüstriyel kompleksin, CIA ve NSA gibi denetimi zor istihbarat teşkilatlarının ve neredeyse sınırsız bir başkanlık yetkisinin gerekçesi haline geldi. Devlet, dış tehdit bahanesiyle kendi vatandaşları üzerindeki gözetimini ve gücünü artırdı. 2001'den itibaren, 11 Eylül saldırıları, bu genişlemenin son büyük dalgası oldu. "Vatanseverlik Yasası" gibi yasalarla devletin gözetim, dinleme ve veri toplama yetkileri tarihte görülmemiş bir seviyeye ulaştı. Tüm bunlar bir yana, ABD'nin "sınır ötesi operasyonları", daha dürüst bir ifadeyle "işgalleri" bitmek bilmedi. Panama, Küba, Nikaragua, Haiti, Dominik Cumhuriyeti, Meksika, Vietnam, İran, Guatemala, Şili (darbeye destek), Lübnan, Grenada, Irak, Somali, Haiti, Libya, Yemen, Afganistan, Suriye.. liste uzadıkça uzuyor. Devletin doğası gereği genişlemeye meyilli olması durumu bir tercihin sonucu değildir, içinde bulunduğu küresel devletler sisteminin dayattığı acımasız bir zorunluluktur. Bir devletin sınırlı kalma tercihi, küresel arenada bir intihar anlamına gelebilir. Tüm devletler sınırlı devlet modelinde eşitlenmiş olsalar dahi, bu durum bahsedilen nedenlerden dolayı belirli bir süre sonra genişlemeye doğru ilerleyecektir. Devletler, üzerinde daha yüksek bir otoritenin bulunmadığı uluslararası bir sistemde var olurlar. Bu sistemde bir devletin kendi güvenliğini artırmak için attığı her adım, diğer devletler tarafından potansiyel bir tehdit olarak algılanır. Bu da sonu gelmeyen bir silahlanma yarışını tetikler. Sınırlı kalmayı tercih eden, ordusunu ve istihbarat aygıtını büyütmeyen bir devlet, daha saldırgan komşuları veya küresel güçler için kolay bir hedef haline gelir. Sadece hayatta kalabilmek için bile her devlet, kendi askeri ve kontrol mekanizmalarını sürekli olarak geliştirmek ve genişletmek yönünde bir baskı hisseder. Bu, sınırlı devlet idealini daha en başından imkansız kılar. Modern devletler, ayrıca, küresel kapitalist bir rekabet sisteminin ayrılmaz bir parçasıdır. Her devlet, kendi sınırları içindeki sermaye sınıfının çıkarlarını korumak ve ulusal ekonomisini büyütmekle yükümlüdür. Bu, devletleri kaçınılmaz olarak emperyalist bir rekabete iter. Ucuz ham madde kaynaklarını güvence altına almak, kendi ürünleri için yeni pazarlar açmak ve stratejik ticaret yollarını kontrol etmek için diplomatik, ekonomik ve askeri bir güç olmak zorundadırlar. Kendi şirketlerini uluslararası arenada desteklemeyen sınırlı bir devlet, ekonomisinin diğer daha müdahaleci devletler tarafından domine edilmesini izlemek zorunda kalır. Bu nedenle, ekonomik refah arayışı bile devleti sınırlarının dışına taşmaya ve küresel bir güç aygıtı inşa etmeye zorlar. Kısacası sınırlı bir devlet, eğer gerçekten var olmayı en başta başarabilmiş olsa dahi, sınırlarını genişletmeye yelken açmak zorundadır.