Katılımcı ekonomi

Michael Albert ile Robin Hahnel tarafından, hem kapitalizme hem merkezi planlı sosyalist ekonomiye alternatif olarak geliştirilen bir üretim ve dağıtım sistemi.

Katılımcı ekonomi

Bazı kitapların kaderi bir türlü okunmamaktır. Kütüphanemde yıllardır okumamı bekleyen kitaplar var. Hele bir Michel Butor romanı var “Değişme” adlı e yayınları’ndan 1973’te çıkmış. 75’te almış olsam tam kırk yıldır her görüşümde beni vicdan azabına gark ederek okumamı bekliyor. Hiç unutmam, arka kapağında diğer eserleri arasında “Sanatçının bir genç maymun olarak portresi” romanını görünce almaya karar vermiştim. Olmadı işte, yeni kitap eski kitabı kovar.

Bu döngüyü kıran Schiller’in Baladlar ve Şiirler kitabı oldu. Kütüphanemde gözüme ilişince alıp karıştırmaya başladım. İyi de yapmışım. “Erkekliğin Değeri” diye bir şiiri çıktı karşıma. İnsan önce dalga geçiyor sanıyor. Şöyle başlıyor çünkü:

Erkek oğlu erkeğim! Var mı karşıma çıkan?

Erkeğim diyen kimse, haykırarak göklere

Sıçrasın, yeryüzünde hür ve serbest, korkmadan

Çağırsın türküsünü göğsünü gere gere

Hür ve serbest gezecekmiş, erkek ya! Hölderlin bunu okuduktan sonra mı yollara düştü acaba? Neyse, dünya hala erkeklerin dünyası, o zaman kimbilir nasılmış… Şöyleymiş:

Ne mutlu benim gibi yapabilen erkeğe!

Bir kızın geçtiğini görür görmez gözlerim

İçimden bir ses: “Erkek oğlu erkeksin!” diye

Haykırır, ben de koşar, kızı hemen öperim

Şimdi insan haliyle “acaba iktidarsız mıymış rahmetli de böyle diline vurmuş” diye düşünmeden edemiyor. Ama okudukça meselenin psikolojik değil, ideolojik olduğu ayan beyan ortaya çıkıyor, ya da ikisi birden ortaya karışık. Taa Roma’ya kadar uzanıyor hazret:

Bir zamanlar dünyaya, Afrika’ya hükmeden

Eski Romalı cesur, gururlu bir erkekti;

Korkusuz, sert sert bakan yakıcı gözlerinden

Fışkıran şey ateşti, kıvılcımdı, şimşekti

Bugün bir oğlan gelir neşe ile karşıdan,

Ne demek istediği bellidir gülüşünden

“Haydi, söyle bakalım, güzel civelek oğlan,

Kartaca kan ağlarken Marius’u gördün mü sen?”

İşte böyle sorardı eski mağrur Romalı

Gene de anlı şanlı! Düşmüş olsa da eğer!

Dipdiri erkekliği onun biricik malı

Bundan dolayı herkes onun önünde titrer

Ne yazık, torunları sonra başkalaştılar;

Bu şerefli mirası kaçırıp ellerinden

Yaygaracı oldular, toptan soysuzlaştılar

Çıt kırıldım bir züppe gibi latif, tatlı, şen

Yuh olsun bu piçleşen alçak nesle! Sefiller!

Ne idüğü belirsiz, hepsi sokak köpeği!

Erkeklik şerefine kıydılar; çiğnettiler

Tanrının armağanı olan bu kutsal şeyi

Gidiyor böyle. Barbar kökenlinin medeninin “yiğitliğine” hayranlığı çelişkili gibi görünse de – barbardan yiğidi var mı – şairin medeninin medenileştikçe erkekliğini yitirmesine hayıflandığı aşikar. O zaman insanın aklına Nazi ideolojisinin köklerinin Schiller öncesine, taa barbar günlerine kadar uzanıp uzanmadığı geliyor. Belki de Nazilere ilham veren o habis dangalak Heidegger, Schiller’i gözleri dolu dolu okuyarak hastalıklı dünya görüşünü oluşturdu. Düşünün ki daha 1916’da, dünya savaşı sürüyor, Almanya yenilmemiş – biz de yenik sayılmamışız- karısına yazdığı mektupta yahudilerin artık köylere kadar gelip ticaret yaptığından yakınıyor, Alman çiftçisine yahudilerle alışveriş yapmayı kabul ettiği için ateş püskürüyor. Schiller’in “Yuh olsun bu piçleşen alçak nesle! Sefiller! Ne idüğü belirsiz, hepsi sokak köpeği!” dediği gibi o da ne idüğü belirsiz sokak köpeklerinden nefret ediyor. Kim bu sokak köpekleri? Kökünü kaybetmiş yahudilerle çingeneler tabii. Köklülerin soylu ırkını kirleten bu köksüzlerin kökünü kurutmak da Hitler’e düştü.

E habis dangalak değil de ne bu şimdi. Peki bu dangalağa kıymet verenler ondan daha dangalaktır diyebilir miyiz? Valla Sartre’a dangalak diyecek bir babayiğit gelmedi dünyaya; ben de diyecek değilim. Hatta benim de yakın bir arkadaşım var ona hayran. Bazı insanlar, anladığım kadarıyla şu anda kapitalizmin tekelinde olan medeniyetin dünyaya getirdiği yıkımdan etkilenerek barbarlığa özlem duyuyor. Bizde de Zerzan gibiler var. Peki neden bazıları Zerzan’a değil de Heidegger’e aborda oluyor?

Birinci sebep çok açık, insanlıktan ümidi kesmişler, bu boktan maymunun  otoritesiz bir dünya kurup özgürce yaşayabileceğine ihtimal veremiyorlar, dünyayı zorla kurtarmaktan yanalar. Kafaları basmıyor deyip geçebiliriz, ama bir de ikinci sebep var ki orada birçok insanın kafasındaki soru bulunuyor: O özgür dünyada karınlar nasıl doyacak, çarklar nasıl dönecek?

Şimdi Marxistlerin savunduğu bir model var iyi kötü: Merkezi planlama. Marx Hegel’in felsefesini ayakları üstüne oturtmuş; tez-antitez, sentez diye yürümüş. Kapitalizmde ne var, Pazar ekonomisi. Antitezi ne, merkezi planlama. Önce felsefeyi kurmuş, sonra dünyanın felsefesine bükülmesi gerektiğini savunmuş. Ama akıllı bir insan olduğu için çok ayrıntıya girmemiş. Eski anarşist babalar ise kapitalizmin berbatlığı karşısında biraz geri basmışlar sanki. Öyle düşünmüştüm Proudhon’la ilk karşılaştığımda. Önemli olan temelleriydi anarşizmin benim için. Ama aldığım iktisat tahsili kulağıma “yağma yok, kervan yolda düzülmez” diye fısıldayıp dururdu. Bookchin var tabii “fizibilitist anarşist” dediğim, severim ama onun görüşleri işin siyasi tarafında ağırlıklı olarak, ilerlemeci olan benim içimdeki eksiklik duygusunu tam gidermiyor.

İşte o sıralarda, 90’ların başlarında internette karşılaşmıştım katılımcı ekonomi ile. “90’ların başlarında karşılaştıysan bize aktarmak için geç kalmadın mı biraz” diyeceksiniz, haklısınız. Ama çok çalışıyordum, akşam eve gelince ne yalan söyleyeyim film seyredip sızmakla ertesi güne hazırlanıyordum. Biraz da karamsardım. Canan Karatay’ın bunalıp “Ne bok yerseniz yiyin” dediği gibi insanlığa benzer bir çağrıda bulunmama ramak kalmıştı; hoş hala karamsarım, bence kapitalizm mutlaka yıkılacak. Ama bunu halkların akıllanmasına değil, burjuvazinin açgözlülüğüne borçlu olacağız. Neyse benden size ne. Ben katılımcı ekonomiye döneyim.

Kısaca Parecon

Participatory Economics’e (Katılımcı Ekonomi) kısaca Parecon demiş bulucuları Michael Albert ve Robin Hahnel. Beğenmedim, ne o öyle Komintern gibi, Comecon gibi… Adını boşverin, neymiş şimdi özetleyeceğim, tatmin olmayanlar www.participatoryeconomics.info adresine gidebilir. Tek cümleyle “kooperatifler kooperasyonu” diye özetlenebilir.

Parecon’da vurgulanan temel değerler özyönetim, ekonomik adalet, dayanışma, yaşam tarzlarında çeşitlilik, zaman ve kaynak israf etmeden etkinlik ve çevresel sürdürülebilirlik. İlk adım demokratik işçi ve tüketici konseyleri. Herkes hem bir işçi konseyine hem de bir tüketici konseyine üye. Ekonomik adaletle ise çalışma süresi ya da istenmeyen işleri yapma gibi seçimlerin değerlendirilmesi kastediliyor; tabii herkesin temel ihtiyaçlarının karşılanması koşuluyla. Bunu aşağıda dengeli çalışma olarak biraz daha açacağım.

Özyönetimden kasıt ekonomik demokrasi. Onu da çoğunluk oylamasında kararın sonuçlarından etkilenecek olanların etkilenmeyecek olanlardan daha fazla söz sahibi olması diye açıklıyorlar, ki bana da makul geldi. Bütün bunların gerçekleşmesi de dayanışma ruhunun toplumda hakim olmasından geçiyor haliyle. Yaşam tarzlarında çeşitlilik zaten anarşist tasavvurların olmazsa olmazı. Bunun bir artısının da yollardan birinin bozuk çıkması halinde geri dönme imkanı vermesi olduğu belirtiliyor.

İşçi konseyleri

Gelelim işçi konseylerine. Her işçi bir işçi konseyi üyesidir. Her üye işyerinin organizasyonu ve işlerin yürütülmesinde eşit söz sahibidir. Yukarıda dediğim gibi kararlardan daha çok etkilenenler daha çok söz sahibi olabilir. Kararlar oy çokluğu ya da oy birliğiyle alınabilir, buna her konsey kendi karar verir. İsteyen istediği konseye üye olur ya da benimsediği insanlarla yeni bir konsey kurabilir.

Tüketici konseyleri.

Her birey mahallesinin tüketici konseyi üyesidir. Hane halkı mal ve hizmet ihtiyaçlarını konseye bildirir. Tüketim hakları isteyenin geliriyle sınırlıdır. Temel ihtiyaçlar ise herkes içindir. Bazı üyelerin özel ihtiyaçlarının karşılanmasına konsey karar verir.

Federasyonlar

İşçi konseyleri sanayi dalları boyunca; tüketici konseyleri yerel, kentsel, bölgesel ve ulusal düzeylerde üst düzey konseylere temsilci gönderirler. Bunun büyük ölçekli kararlar farklı bölgeleri farklı etkileyeceği için gerekli olduğu savunuluyor. Bütün temsilciler geri çağırılabilir, yeni talimatlar alabilir. Konseyler ulusal düzeydeki planlama ve yapımları oylar. Anlaşılan bu arkadaşlar tek ülkede anarşinin mümkün olduğuna inanıyorlar.

Dengeli Çalışma

Bununla doktorluk, mühendislik vs gibi nitelikli işi olanlara kısmi zamanlı (Parttime) niteliksiz iş verilmesi kastediliyor. Maksat sınıf farklılığı oluşmasını önlemek; iş dağıtımını da işçi konseyleri yapıyor. Kısmi zamanlı işler saat saat değil de haftalık ya da aylık olabilir. İş dağıtımı teknik ve bireysel kapasiteye göre düzenlenebilir.

Emeğe göre gelir

İşçi konseyleri demokratik kararlarla emek-gelir oranını belirler. Kimi iş saatiyle, kimi üretim miktarıyla; konseyine kalmış artık.

Katılımcı planlama

İşçi konseyleri neyi ne kadar üretmek istediğini, tüketici konseyleri de neye ne kadar ihtiyaçları olduğunu bildirir. Düzenleyici kurul maliyet-fayda analizini yapar ve açıklar. Her yıl ortak nokta bulunana kadar görüşülür. O yılın planı bu şekilde oluşturulur. Tüketici konseyleri, üyelerinin toplam üretiminin sosyal ortalamanın üstünde ya da altında olmasıyla orantılı olarak tüketebilir. Bilgi akışı konseylerin neyi ne kadar isteyip isteyemeyecekleri hakkında fikir verir.

İki anarşistin geliştirdiği katılımcı ekonomi özetle böyle. Eleştiriler tabii ki var. Ben mesela dengeli çalışma fikrinden hoşlanmadım. Ben en berbat, kimsenin yapmak istemediği işleri yapanların en yüksek gelirle teselli edilmesinden yanayım. Kapitalizm sürekli yeni ürünlerle tüketici karşısına çıkarken, katılımcı ekonomide yeni buluşların nasıl yapılacağı, yeni ürünlerin nasıl geliştirileceği konusundaki açıklamaları da yetersiz bence. Kapitalizmde de devlet desteği olmadan şirketlerin yetersiz kaldığı hatırlatılıyor. Pentagon olmasaydı bilgisayar teknolojisi bu kadar hızlı gelişmezdi diye örnek veriliyor. Doğru, ama o günler geride kaldı. 

Kimi de “yahu arkadaş biz bu dünyaya ihtiyaç belirleyip tartışmaya mı geldik” diye eleştiriyor. Ben de hak veriyorum, okuması bile sıkıcı, ama o kararları bizim yerimize başkalarının vermesi daha mı iyi diye soruyorum. Bir de şu doğrudan demokrasi ile işleyen konseylerin üst konseylere temsilci göndermesi beğenmezsen geri çağırabilsen bile basbayağı temsili demokrasi değil mi? Valla bence de doğrudan demokrasi ölçek büyüdükçe imkansızlaşır. Aman o da anarşistlerin kendilerine söylediği küçük bi beyaz yalan olsun be. Temsilcilerin profesyonelleşmesine meydan verilmesin yeter.