Heteronormatif cendere

Kuir varoluş, yalnızca kimliklerin tanınması için değil, heteronormatif iktidar ağlarının dağıtılması için de elzem. Bu ağlar, ataerkil aileden polisin copuna, heteroseksist dil kalıplarından tıp otoritelerinin teşhislerine kadar uzanır. Bir kuir beden, bir trans ses, bir “öteki” aşk -işte bunlar bu ağın en görünür hedefleridir.

Heteronormatif cendere
Heteronormatif cendere

Toplum nedir? Maddenin katı hâlidir bence. Taş ve duvardır. O duvarlar ki bin yılların çilesi, zulmü kan ve irin izleriyle lekeli. Ama aynı zamanda nice ellerin sıvasını kardığı, nice gözyaşının harcına karıştığı bir duvar. Ve ne acı ki biz o duvarın hem ustası hem mahkûmuyuz. Toplum bazen yükselen bir kale olur, güçlüleri koruyan, güçsüzleri dışarıda bırakan. Bazen bir hapishane olur, zincirleri görünmez, kapıları kilitsiz ama kaçışı imkânsız. Ve bazen de bir aile ocağı olur, ateşiyle ısınır dumanıyla boğuluruz. Taş taş üstüne örülmüş gibi serttir toplum, yine de çatlaklarından renk renk filizler uç verir. O filizler ki başkaldırının, özgürlüğün, yeniden doğuşun müjdecisi olur. Her yeni nesil zorladıkça o çatlakları, yerinden oynayan her taş, duvarın da toplumun da dengesini değiştirecek elbet.

Toplum dediğimiz taş yapı yasaların soğuk katı satırlarıyla, köhne geleneklerin harcıyla, insanların içlerine işlenmiş korkularla örülmüş. Ve bugün bu taş yapının duvarları arasında türlü kimliklere sahip topluluklar gibi lgbtq+ bireyler de nefes alamadıkları bir zulüm cenderesindeler. Bu cendere yalnızca devletin kaba kuvvetinden ibaret değil; aile sofrasındaki sessizlikten, sokaktaki bakışlardan, okulda öğretmenin küçümseyici hitaplarından, komşunun dedikodusundan da beslenir. Kimi zaman bir karakol hücresinde işkence, kimi zaman bir kahvehanede patlayan kahkaha, kimi zaman da soğuk bir morg çekmecesindeki ölümdür. Anarşi işte tam da burada, anda gerek: Çünkü mesele yalnızca lgbtq+ bireylerin hak mücadelesi değil, mesele hak kavramının kendisidir. Dünya gözüyle gördük ki devletin bahşettiği her hak, aynı devletin şiddet tekeliyle geri alınabilir bir lütuftur. Dün toplanabilir, yürüyebilir, mitingler yapabilirken bugün coplanır, kurşunlanırsın. Bugün kendini ifade edebilirken yarın susturulursun. Heteronormatif düzen yalnızca bireylerin aşklarını, bedenlerini baskı altına almakla kalmaz; varoluşlarının en mahrem köklerini, hayal kurma biçimlerini, sevme ve sevilme haklarını da gasp eder. Bu riyakâr ahlâk, “normal” dediği maskeyi zorla/güzellikle herkese takmaya çalışır. O maskeyi reddedenlerin yüzleri, bedenleri binyıllardır süregelen kırbaç izleriyle, kurşun yaralarıyla, zulüm hikâyeleriyle tanınır. Dünyanın dört bir yanında değişmez bir manzara bu. Kiminde biçim değişse de öz aynıdır. Amerika’da gökkuşağı bayrakları altında evlilik hakkı tanınsa da translar hâlâ sokak ortasında katledilir. Afrika ülkelerinin çoğunda yasalar kılıç gibi sallanır; aşk suç, beden günah, varoluş lanetle anılır. Avrupa’nın sahte hoşgörüsü vitrin parıltılarıyla sınırlı; göçmen kuirler arka sokaklarda görünmez kılınır. Türkiye’de ise besbeter bir gerçeklik bütün soğukluğuyla yüzümüze çarpar. Devletin yasakçı ve ahlâkçı refleksi, kuir varoluşu daimi bir tehdit olarak kodladı. Onur Yürüyüşü bile her yıl yasaklanır, polis plastik mermilerle, gaz fişekleriyle, coplarla saldırır. Medya, bu şiddeti sıradanlaştırarak yeniden üretir. Ve en acısı da toplumun geniş kesimleri bu zulme riyakârca alkış tutar.

Bu toplumda, giydiğin gömleğe, sesinin tonuna, sevgilinin elini tutmana, yolda yürüyüşüne kadar uzanan bir gözetim ağı var. Aile, devletin küçük bir prototipidir: Senin kim olduğunu belirler, sınır çizer, “ayıp” ile “doğru”yu tanımlar. İsyan edersen kapı dışarı edilirsin. Kabul edersen yokluğuna mahkûm olursun.

Buna karşın, kuir varoluş yalnızca aşkın veya kimliğin beyanı değil, bizzat hayatın her alanında, her anında süren bir direniştir. Bu sebepledir ki üniversite kampüslerinde öğrenciler gökkuşağı bayrakları taşıdıkları için gözaltına alınır. Translar, yalnızca var oldukları için polis şiddetinin hedefi olur. Ama, varsın nice kuir cinayeti toplumun vicdanında bir yankı bile uyandırmasın; haber bültenleri unutulmaya terk edilen bir hayattan üç satırlık bir not bile düşmesin.

Anarşi bu anda gerek dedim yukarıda, ama şu aleni gerçeği görmek için anarşist göze sahip olmak gerekmez. Baskı mekanizması yalnızca yasalarla değil, toplumsal normlarla da inşa edilir. Bu nedenle özgürlük devletin düzenlemelerinden değil, halkın kalbinde ve gündelik ilişkilerinde köklü bir dönüşümden doğar. Kuir varoluş, yalnızca kimliklerin tanınması için değil, heteronormatif iktidar ağlarının dağıtılması için de elzem. Bu ağlar, ataerkil aileden polisin copuna, heteroseksist dil kalıplarından tıp otoritelerinin teşhislerine kadar uzanır. Bir kuir beden, bir trans ses, bir “öteki” aşk -işte bunlar bu ağın en görünür hedefleridir.

Ama aynı zamanda bu varoluşlar, en güçlü direniş damarlarıdır. Çünkü kuirlik, mevcut düzenin dayattığı tek tip yaşam biçiminden dışarıya; hayatın sonsuz çeşitliliğine, özgürlüğün yeni imkânlarına aralanmış bir kapı. Devletin, polisin, toplumun, dinin, geleneklerin zincirlerini aşındıran; sınır tanımayan sevgiyi, farklılığı, kucaklayan bir isyan haykırışıdır. Elbette bu mücadele kolay değil, katiller sokaklarda kol gezer. Mahkemeler faillere indirim üstüne indirim verir. Polis, gökkuşağını suç sayar. Komşular homurtularla tehdit eder. Ama yine de, bütün bu zulme rağmen, aşkın kendisi direnir. Bir transın yürüyüşündeki gurur, bir geyin gülüşündeki meydan okuma, bir lezbiyen çiftin el ele tutuşmasındaki cesaret… Bütün bunlar mevcut düzenin şiddetine rağmen özgür bir yaşama doğru atılan direnç adımlarıdır.

İşte bu dirençten filizlenen kuir anarşi ne devletin merhametine, ne toplumun sahte hoşgörüsüne, ne de yasaların kırıntılarına ihtiyaç duyar. Hakların pazarlık konusu edilmediği, kimliklerin sınırlara hapsedilmediği, aşkın hiçbir makama hesap vermediği bir dünya mümkündür der. O dünyanın adı anarşiyle gelen özgürlüktür. Bu yüzden kuir bireylerin varoluşu, yalnızca kendi kurtuluşlarının değil, heteroseksüellerin kurtuluşunun da anahtarıdır. Çünkü heteronormatif cendere yalnızca onları değil, hepimizi boğmakta. Erkekliğin, kadınlığın, ailenin, sevginin ve kimliğin tek bir kalıba hapsedildiği bir dünyada hiç kimse gerçekten özgür değil.