Dünyayı kurtarma kursları

David Holmgren, permakültürde ders kitabı arazinin kendisidir der. Bundan şöyle bir sonuç çıkıyor: Araziyi ancak orada dört mevsim, hatta birkaç yıl yaşayan okuyabilir. Bu düşünceyi ilerletince bunun kurs ve danışmanlığının pek de verilemeyeceğini kabul etmen gerekir. Ama kurslar, danışmanlar her yerde. Ülkü Ocakları bile permakültür eğitimi veriyor. O eğitimde neler olduğunu hayal bile edemiyorum.

Dünyayı kurtarma kursları

1- Burada Permakültürün, Doğal Tarım'ın özetini vermeyeceğim. Özetlenebilecek konular değiller. İsteyen Hemenway'in "Permakültür Bahçeleri" ve Fukuoka'nın "Ekin Sapı Devrimi" kitapları ile konuya giriş yapabilir. Ben bu düşüncelerin üçüncü dünyada uygulama denemeleri, şehirden kırsala göç pratikte nasıl oluyor ve olamayanlar neden olamıyor kısmına kafa yoracağım.

2- Araştırmacı gazeteci değilim.Olmaya niyetim de yok. Kaynakları kılı kırk yararak kontrol etmedim. Aklıma yatanı, işime geleni doğru kabul ediyorum. İster inanın, ister inanmayın, şüphe duyuyorsanız doğruluğunu kendiniz araştırın.

Kapitalizmle, milliyetçilikle, mülkiyetle zaten üç yaşından beri kavgalıyım. Anarşist oluşumları bile fazla nizami bulduğumdan içinde duramadım. Bu toplumun kurgulanışında çok temel bir hata olduğunu hep hissedip, bir türlü üzerine parmağımı basamıyordum. Emek sömürüsünden midir, endüstri devriminden mi? Esas sebep mülkiyet mi, faşizm mi? Derken, derken... Fukuoka diye bir adam çıkıp son 10.000 yıldır bütün düşündükleriniz, yaptıklarınız, medeniyetinizin temeli toptan yanlış dedi. 40 yıldır aklımda olan, herkesin gerizekalı, bir benim akıllı olduğum fikri de bu şekilde kanıtlanmış oldu.

"Bir şey bildiğinizi sanmak en büyük gaflettir," diyor Fukuoka. Bunu ilk defa duymuyoruz. Fizikte kuantum meseleleri başlayalıberi telaffuz edilen bir şey bu aslında. Newton zamanında, soruları tek tek cevaplayıp sonunda bütün cevapları bulacağız, doğayı, evreni bilim sayesinde komple anlayacağız sanıyorduk. Ama modern fizikte her cevaplanan soru o kadar çok cevaplanamayan soru ortaya çıkardı ki, bildiklerin arttıkça bilmediklerin daha çok artıyor ve terazi bilmediklerin tarafına doğru sarkmaya başladı. Ne kadar bilirsen o kadar cahilleşiyorsun. Ama tabii teorik fizikçilerin tam neyle uğraştığını anlayan pek olmadığı için bunlar hayatımızda pek bir karşılığı olmayan, altı boş felsefe sayıklamaları, bilim insanları için beyin jimnastiği gibi geliyordu. Fakat bu Japon pirinçten, portakaldan falan bahsediyor!

Bu fikirle ilk olarak onbeş yıl önce Anadolu'yu Vermeyeceğiz hareketinde tanıştım. O zamandan beri de bulabildiğim bütün kitapları okuyup, permakültür ya da doğal tarım yapmaya çalışıyorum diyen her çiftliğe elimde tuzlukla koştum. Anlatacak bir şeyi olanı dinledim. Deney yapmak isteyene yardım ettim, kendi deneylerimi yaptım. 15 yılın sonunda diyebilirim ki; ilk baştakinden daha az şey biliyorum.

Bu arada ben internet çekmeyen dağlarda gündemden habersiz yaşarken; Permakültür her evde kullanılan bir terim olmuş, kursları Türkiye dahil her yerde açılmış. Tabii ki konu hakkında herkesin kafasında çokça karmaşa var. Yok Permakültür ile Doğal Tarım farklı şeyler, yok Fransızların ekolü başka, yok Agro-forestry bambaşka... Bana sorarsan hepsi aynı, ama her tarikatın şeyhi kendininki farklıymış gibi göstermeye çalışıyor. Bunların arasından, kitabı da ders kitabı formatında hazırlandığı için en çok kursu açılan: Permakültür.

(Bu yazı üç kez baştan yazıldı. Her seferinde ettiğim küfürlerin yanlış yere gittiğini ve yeterince ağır olmadığını fark edip baştan yazmam gerekti. Şimdi üçünü sırayla veriyorum.)

1- Permakültür kursları

Permakültürde, doğal tarımda beni en çok etkileyen, aklımda kalanı çok kısa özetleyeyim: Tarım biçimimiz gittikçe toprakla, gezegenle aramızda süren, iki tarafı da yıpratan bir savaş haline geldi. Bunun ateşkesini yapmanın, kalıcı bir barış imzalamanın yolunu bulalım. Kitapların ana fikri bu, geri kalan yüzlerce sayfa bu barış süreci için çeşitli dipnotlardan ibaret. Bu barış için, çeşitli teknik detayların, tarım yöntemlerinin ötesinde; doğayla olan ilişkilenmemizin temelden değişmesi gerekiyor. Doğayla en yoğun, en temel ilişkimiz de tarım olduğu için fikirlerin çoğu tarım etrafında dönüyor. Gezegenin sahibi, efendisi olarak değil, parçası olarak düşünüp hissederek ilişkiyi baştan kurmamız gerekiyor. Bu da ağaca sarılmak, meditasyon yapmak falan gibi soyut biçimlerde değil, gayet somut, elle tutulur ve dişle ısırılır şekilde, yiyeceğini üretirken vücut buluyor.

Bu iş de tabii ki masa başında olmuyor. Holmgren "Ders kitabı arazinin kendisidir," diyor. Bu ilkeyi en uç noktasına kadar zorlayınca şöyle bir sonuç ortaya çıkıyor: Araziyi ancak orada dört mevsim, hatta birkaç yıl yaşayan okuyabilir. Her ufak müdahalenin kısa ve uzun dönem sonuçlarının sürekli gözlenip, ona göre ilk tasarıma körü körüne bağlı kalmadan değişerek şekillenmesi gerekir. Zaten bu noktaya geldikten sonra dışarıya ve kendine karşı dürüst olursan, bunun ne kursunun ne de danışmanlığının verilebileceğini kabul etmen gerekir.

Ama kurslar, danışmanlar her yerde. Ülkü Ocakları bile permakültür eğitimi veriyor.  O eğitimde neler olduğunu hayal bile edemiyorum. Bildiğim yerden anlatayım.

Sepp Holzer, Permakültür Avusturya bölge reisi. Bir şekilde adamla tanışıklığı olan arkadaşım, yeni aldıkları arazide nasıl bir yol izlemelerini tavsiye edeceğini soruyor. Reisin, gelip görmeden uzaktan sadece harita ve fotoğraflara bakarak tavsiyesi şöyle: "Şuraya bir gölet yapın, oradan çıkan toprakla da şu tarafa rüzgarı kesecek bir tepe yapın." Mevzubahis arazi toplam 7 dönüm.

Tarımın doğanın akışına göre şekillenmesi gerektiğini söyleyen bir yaklaşıma coğrafyayı değiştirerek başlamak kadar yanlış bir hareket olabilir mi? Bir yağmur suyu ya da kış deresi biriktirme havuzu olabilir, eğim aşırı fazlaysa bazı yerler teraslanabilir. Geri kalanı da bırak olduğu gibi kalsın. Ama gölet, tepe, rüzgarı kes... Biz alttaki mantar ağları bile mümkünse bozulmasın diye toprağı sürmeyelim derken arazide günlerce dev kepçeler çalışacak, her şeyin altını üstüne getirecek! Doğayı bir bütün olarak görelim, onun ihtiyaçlarını anlayalım derken, kağıda çizdiğin tasarıma uymuyor diye yer şekillerini değiştirmek de ne oluyor? Ama bu, genel anlayış haline gelmiş durumda. Permakültür kursundan sertifikasını alıp parasını cebine koyan, satın aldığı tarlaya daha ikinci günden kepçelerle saldırıyor. Tam kafasındaki biçime getirene kadar kepçeliyor da kepçeliyor.

Herkes atlayarak okuyor tabii ki. Herkes işine gelen yerleri aklında tutuyor. Ben kitapta kepçe olan yerleri atladım. Bu kursları verenler/alanlar ise hep bu bol kepçe yönelimindeler. Çünkü kursunu/dersini verebilecekleri şeylere odaklanıyorlar. Toplam 50 saatte de ancak bir formüller toplamı verebilirsin. Halbuki her yere her duruma uyan formüller zaten kimyasal/endüstriyel tarımın olayı. Her yerin ihtiyacını dinleyip ona göre hareket etme fikri çok fazla tecrübe ve gözlem gerektiriyor, formüllere gelmiyor. Karşındaki bahçe bir bireymiş gibi, tanışma ve ilişki kurmayı gerektiriyor. Bu da 50 saatlik kursta tabii ki verilemiyor. Sonuçta da zaten keçiboynuzu yetişen yere akasya dikmeye çalışmak, her tarafta yaban fii biten araziyi sürüp, yonca ekmek gibi lüzumsuz hareketler vuku buluyor. Doğanın sahibi, efendisi, manipülatörü olmamak fikrinden uzaklaştıkça uzaklaşıyoruz.

Büyüklerin kitaplarında gördüğüm başka bir ortak nokta da şu: endüstriyel tarımı eleştirmeye çalışırken, endüstrinin içinde didinen çiftçiye acımayla, biraz da üstten üstten bakıyorlar. Gafil, yanlış yöntemler izleyen ve hem kendi kendini hem de doğayı, toprağını harcayan, telef eden cahiller şeklinde. Bu bakış açısı kurs vermek isteyen için altın değerinde. Öncelikle çiftçinin binbir masraf ve zorlukla yaptığı her şeyi bedavaya yapabileceğini söylüyorlar. Öğrencinin gözlerinde $$$ işaretleri çıkıyor. Traktöre para vermiyorum, mazota para vermiyorum, gübreye, ilaca para vermiyorum... üstelik onlar bu kadar uğraşırken ben emeksiz yapıyorum. Kar marjım yüzde yüz olmalı! Herkes enayi mi lan? Permakültür kursunu bir sen mi aldın? Böyle kolay olsaydı, şimdiye çoktan bütün dünya bu yönteme geçmiş olmaz mıydı?.. gibi soruları aklının arka planına itiyorsun. Ama o kuşkular yine de arada yüzeye çıkıyor. Kurslar da bunun farkındalar. Biraz bu kuşkuları da gidermek için sertifikasyona eğitim verme olanağını da ekliyorlar: "Bizden aldığınız bilgiyi anında satabilirsiniz. Toprakta bir koyup beş alamadınız mı? Bir kurs ücreti verip yüz kişiye kurs verin, yatırımınız katlanarak çoğasın." Saadet zinciri!

Böylece bazıları daha adımlarını atarken ileride verecekleri eğitimleri hesaplayarak kırsala gidiyorlar. Arazide yaptıkları çalışma da yaşam alanı yaratmak için değil, kurslarına showroom hazırlamak için oluyor. Önce Ağustos sonu bir fotoğraf çekeceksin, her yer sapsarı: öncesi. Sonra birkaç bir şey ekip-dikip Mayısta bir fotoğraf daha çekeceksin, yemyeşil: sonrası. Bunların yanında bir de bolca gönüllü ağırlayıp (mümkünse genç kızlar) onlarla Rainbow buluşması havasında fotoğraflar eklersen tadından yenmez. Gönüllülerin kalacakları yerler mutlaka geleneksel yapılar olmalı tabii. Instagram sayfasında yeterince takipçiye ulaştın mı permakültür kursu verilir diye ilan edip zengin olacaksın. Aldığın kurstaki PDF'leri bile tekrar kullanabilirsin. Yenisini hazırlamana gerek yok. Bütün dünyayı, iklimi, doğayı ve hatta insanlığı kurtarabilecek yolu bulduk. Satayım sana?

Böyle böyle, ortalık daha iki dönüm bahçeyi döndüremeden kurs  ve danışmanlık verenlerle doldu.

Fukuoka tonton bir ihtiyar olduğundan fark edilmiyor ama en radikal fikirler ondan çıkıyor aslında. Şehirleşmeyi eleştirdiği, toplumun kırsal kesiminin giderek %10lara kadar düştüğünü ve mekanizasyon arttıkça daha da düşeceğini anlattığı bir yerde ideal olarak: "Toplumun neden %100ü çiftçi olmasın ki?" diyor. Bu hem genel gidişatın tam tersi yönde hem de çok uçuk bir rakam. Dervişin zırvalaması olarak çok hızlıca üstü örtülüyor. Atlayarak yapılan okumalarda en hızlı atlanan bölüm bu. Çünkü bununla yüzleşildiğinde, ortalıkta danışman, kurs veren bilmemne hiçbir şey kalmayacak. Dernekler, bakanlıklar, belediyeler... hepsinin yok olması demek. Bu fikir bütün bu alkışlanan, övülen, para kazanılan işlerin, pozisyonların sonu demek. Fakat öğretmen, kılavuz, akıl hocası gibi rollerin yok olması anlamına gelmiyor. Sadece bunların tam zamanlı, maaşlı meslek olmasının, yani beyaz yakanın sonu demek oluyor. Bu; delinin sayıklaması, hippinin beyin jimnastiği amaçlı aşırı fikri değil, gayet gerçekçi bir devrim önerisidir. Her aşırı fikir gibi ütopik deyip geçerler. E, ütopya olmadan biz neyiz ki? Ütopya'ya nasıl gideceğimizi yol haritasıyla adım adım ortaya koyamıyoruz diye hemen rafa kaldırıp tekel bayii mi açalım? Ütopya orada duracak ki biz yüzümüzü ona dönüp çeşitli yollar deneyeceğiz, olmayan yollar açacağız, çıkmaz sokaklara girip tekrar tekrar deneyeceğiz. Ya nasıl olacaktı?

Ama esas ondan da önemlisi, formüller çalışmıyor. İster kitaptan, ister kurstan öğrenmiş ol, eğer o adımı atıp buralara gelirsen; toprağın içinde debelenmeye başladığında hiçbir formülün vaat edildiği kadar pürüzsüz çalışmadığını görüyorsun.

O zaman al benden de bir tavsiye, hem de bedava: Eğer bu işin içine belli bir çıkar sağlamak, kar etmek için değil ama gerçekten dalarsan, yıllar sürecek fedakarlıklar, yorgunluk ve karşılıksız çabalarla, doğru yolda olup olmadığına dair sürekli kuşkularla karşı karşıyasın. Buna hazırlıklı değilsen, ki çoğu kimse hayatında böyle bir şeye hazırlıklı değil, o zaman yolda kalacaksın.

Ama inat edip de sonunda bir gün kendi diktiğin ağaçlarda az da olsa meyveleri görecek, onları koparıp yiyecek kadar şanslıysan, bütün o uğraştıklarını unutup sanki bedavadan servete konmuş gibi hissedeceksin. Hayattan karşılıksız bir şey almış gibi, Mısır'da bilmediğin bir akrabandan miras kalmış gibi, herkesten daha şanslıymış gibi. O ana kadar ne kadar çok istediğini bile bilmediğin bir hediye almış gibi. 

2- Türkiye'de kurs verenler

Küfüre başlarken permakültür denen şeyin kursunun paralı olmasının çelişkili bir durum olduğundan yola çıkmıştım. Burada bilginin paylaşımından, yayılmasından çok, bir ticaret döndüğünü hissediyordum. Bunları yazarken de aklımda örnek olarak Türkiye'de çalışan birkaç isim vardı. Bu kadar sövüp saymadan önce neler yapıyorlar bir bakayım dedim. Kurslar kaç lira olmuş, şirketi nasıl büyütmüşler?

Bir de baktım ki Permakültürün modası çoktan geçmiş. Kimse permakültür kursuyla kalmamış. Belediyelerle çalışanlar, uluslararası derneklere projeler yapanlar, fonlar kovalayanlar... herkes olayı bir adım öteye taşımış. Kurs vermek bana çelişkili geliyorduysa, bu noktada tamamen olaydan koptum. Bu arkadaşların hepsi basbayağı devletli olmuşlar! Eleştirilecek tarafları bile kalmadı. Benim için ideali; bir çiftliğin, içinde yaşayanları beslerken bir miktar artı değer yaratması ve bununla kendi kendini döndürebilmesidir. Bilgiyi paylaşma da gönüllülük bazında olur. Konu komşuyla zaten sürekli bir deneyim alışverişi sürer, dışarıdan eğitime gelenlerle de gönüllülük bazında bir düzen oluşturulur. Parası olan destek olmak adı altında bağış yapar, olmayan da otostopla gelir, bilgiyi tecrübeyi alır, o sırada da bir işin ucundan tutar. Tarımsal üretimle döndürmek zor, özellikle de böyle yüksek ürün almaya, kâr etmeye odaklanmayan bir tarım yaklaşımıyla. O zaman eğitim kısmı biraz biraz tarımsal üretimi sübvanse etsin, o da olur. Dünyanın her yerinde tarım zaten şu ya da bu şekilde sübvanse ediliyor. Ama bu örneklerde olay bunu aşıyor. Çiftlik tarım ve eğitimle de kendi kendini döndürmekten geçiyor; kaynaklar devlette, kurumlarda aranıyor. Projeyi yazmak işi yapmanın önüne geçiyor. Permakültür en başta bir yaşam alanını düzenlemekten, o alanda yaşayıp o araziyi okumaktan yola çıkarken belediyeye yapılan permakültür bahçesi ancak süslenmiş peyzaj çalışması olur. Bir sonraki seçimde de başkan değişir, proje sonlandırılır, üstüne alışveriş merkezi dikilir.

Doğayla ilişkilenme biçimimizin temelden değişmesi gerekiyor dedim ya... Hatanın büyüğü en başında toprakla bir tüccar kafasıyla alışveriş ilişkisine girmiş olmamız. İki sütunlu veresiye defterine ne verdim ne aldım yazarak başlayan ilişki zaten araya bir mesafe koyar, yabancılaşma ilk adımda başlar. Doğanın parçası olmaktan çıkıp efendisi, sahibi, eninde sonunda da düşmanı olmak kaçınılmaz. Bu mesafe de teknolojiyle, ideolojiyle gittikçe açılır, araya ziraatçi girer, ilçe tarım girer, devlet bakanı girer... girer de girer. Toprakla hiçbir alakamız kalmaz. Dünya, doğa ve toprak sadece gübre verip ürün aldığımız bir süngerden ibaret kalır. Zararlısıyla, istemediğimiz otlarla olan ilişkimiz ise dümdüz savaştır. Bütün insanlık olarak sefaletimizin en büyük sebebi de bu yabancılaşmadır. Bu yabancılaşmayı bitirelim, tekrar tanışalım diyoruz.

Fonlu, dernekli, devletli, danışmanlı dev projelerle bu mümkün değil. Şu an toprakla olan ilişkimiz bir manipülasyon ilişkisi. Şimdiye kadar yanlış manipüle ettik, artık doğru manipüle edelim diyorlar. Yine toprağa tepeden ve kilometrelerce uzaktan bakıyorlar. Ya uydudan, ya mikroskoptan. Temelde bir şey değişmiyor. Ha bu projeler iddia ettikleri etkiyi bile yapabiliyorlar mı? Yarın unutulup, rafa kaldırılacak, boşa gidecek olma ihtimalleri var mı? Bunları tartışmak istemiyorum. Oturup da araştırmacı gazeteci gibi peşine düşüp, onlarca arşivlenmiş unutulmuş proje çıkarıp " işte bakın, işe yaramıyor!" demeye gerek yok. Çünkü bunların zaten kökten, ilkesel olarak yanlış olduğunu ve alakamıza bile değmeyeceğini düşünüyorum. Kimsenin ipliğini pazara çıkarmak amacıyla da yazmıyorum. Sadece bu yola çıkmak isteyenlere doğru bildiğim şeklini anlatmak istiyorum.

Yine de bu çabalarda iyi niyet olduğunu düşünmek isterim. Yani bu insanların para kazanmak, saygı görüp alkış alacakları pozisyonlara gelmekten çok, değerli bir bilgiyi olabildiğince yaymak ve ana akımda kabul edilir bir yere getirmek niyetiyle hareket ettiklerini düşünmek istiyorum. Ama orta sınıfın iyi niyeti burnunun ucundan ötesini göremiyor. İçine doğduğu ayrıcalıkları temel haklardan saydığı için hiç birinden vaz geçemiyor, illa kendine yontuyor. Sırtının, belinin ağrımamasından daha büyük ayrıcalık mı var? Beyaz yakalı, ilk fırsatta toprağı marabalara bırakıp masa başı pozisyonuna dönüyor.

Bizim buraya yerleşmekteki temel amaçlarımızdan biri de, kapitalist ekonomiden olabildiğince uzaklaşmak. Böylece bu serbest piyasanın dalgalanmalarından ve kaprislerinden olabildiğince az etkilenen bir hale gelip, belli bir otonomi kazanmak. Bu modeli de genel olarak uygulanabilir şekilde kurmak. Yani sadece cebine 5-10 milyon sermayeyi koyup gelen orta-üst sınıfın değil, herkesin yapabileceği bir şekil bulmak. Piyasadan uzaklaşmak için ise döngüyü olabildiğince kapatmak gerek. Bu, dışarıdan bir girdi alınmayacak anlamına gelmiyor. Döngüyü biraz daha büyük düşünmek anlamına geliyor. Dışarıdan girenle, dışarıya verdiğimiz arasındaki dengeyi korumak yeterli. Tabii bu dengeyi ekonomik değil, ekolojik ve etik olarak değerlendirip kurabiliyorsak döngüyü tamamlamışız demektir. Biz henüz bunu başarabildik mi? Devrimler akşamdan sabaha olmuyor.

Ha, ama hortumun ucunu devlete, belediyeye, fonlara bağlamamız ihtimal dahilinde bile değil.

3- Permakültür enstitüsü

 Tamam, şimdi küfür doğru yerlere edildi diye yazıyı bitirdim. Sonra dedim dur; şu kitapları, kaynakları da baştan okuyayım. Hep korsanlama internetten indirip  okumuştum. Şimdi bir de Türkçe nüshalarını alıp bir kenara koyayım, arada uğrayanlara verir okuturum, açar kaynak gösteririm, isteyene fotokopisini çeker veririm... derken derken bir de baktım hiçbiri yok! Kursun esas kaynak kitabı olan 'Permakültür Tasarım El Kitabı'nın zaten Türkçe çevirisi yok. Onun özeti olan 'Permakültür'e Giriş'in baskısı yok. Tek tük ikinci el bulunanlar Nadir Kitap'ta 2000 liralara satılıyor. Sonra öğrendiğim daha vahim: kitabı Türkçeye çevirmişler, yayına hazırlamışlar. Ama Mollison'un eşi hayatta çıkaramayacakları saçma sapan bir telif isteyince basamamışlar.

Holmgren, kitabında permakültür müfredatını bir kılavuz olarak kullanıp, içeriği duruma göre esnek bıraktığını söylüyor. Müfredata sıkı sıkıya bağlı kalınmasını isteyen Mollison ve enstitünün kendisiyle de bu konuda ters düştüğünü anlatıyor. "Geri dönüşleri dikkate al ve tasarımda esnek ol," diyen bir düşünce "müfredata bağlı kal," demeye başladıysa, olay çoktan şirkete dönmüştür zaten. Sen müfredattan saparsan, biz bu kitapları kime satacağız? Balık baştan kokmuş.

Nicelik her zaman niteliği belirler. Mevzu fazla büyüyüp dünya çapında bilinir olunca, onlarca ülkede enstitünün şubeleri açılınca olay temel fikirlerden uzaklaşıyor. Şirket, kurucularının ideallerinden bağımsız; kendi kaprisleri, istekleri, bürokrasisi olan farklı bir hayvana dönüşüyor.

Aman neyse. Zaten modası da geçmiş. Kitaplarını bir rafa kaldırıyoruz, yine soran olursa fotokopisini çekip veriyoruz. Ne de olsa kafamızı ilk onlar açtı, inkar edecek değiliz. Ama bunun hatrına da sonsuza kadar el üstünde tutup hürmet edecek değiliz. Permakültün ucu bombok bir yere çıktı. Permakütür eğitimini Ülkü Ocaklarına bırakıp enstitüsüyle, derneğiyle vedalaşıyoruz. Yollarımız burada ayrılıyor. Bundan sonra rotamızı kendimiz çizeceğiz.