Devletin zıddı tabiattır -I-
Toplumcu şiir eleştirmeni Tahir Abacı, birkaç yıl önce Ece Ayhan’ın "Devlet ve Tabiat" adlı kitabını kastederek “Muhalif adam, devlet’in karşısına toplumu koyar, tabiat'ı değil!” demişti. … bir tür anarşist ilhamla ona “Devlet’in zıddı toplum değildir, devlet ve toplum bir ve aynı şeylerdir. Devletin zıddı tam olarak tabiattır.” demiştim.

Diyalektik akıl bir şeyin kendisini, zıddının ne olduğuna bakarak daha iyi kavrar. Yoksulluğun ne olduğunu zenginlikle. Uygarın ne olduğunu ilkel’e bakarak. Her şey zıddıyla kaimdir! “Maddeci tarih anlayışı, toplumun gelişmesi sürecini zıtların karşılaşıp çarpışması olarak ele alan diyalektiktir.”1 Bu bakış, insanlığın ilkel’den medeni’ye doğru bir “ilerleme” içinde olduğunu kabul ettiği için tarihe bakarken de ister istemez ileri-geri karşıtlığını esas alarak “ilerlemeci” bir tarih anlayışı- şablonu kurar. İleri unsurlar ve geri unsurlar vardır, barbarlar ve uygarlar… Barbarlar yani medeniyet oluşturmamış topluluklar ile medeni halklar arasındaki mücadelede her türlü emperyal etkinlik, işgal, katliam en hafifinden “tarihsel zorunluluk” olarak çözümlenir, özünde aklanır (önemli sopa: tarihsel zorunluluk). İdealist değil realist ve rasyonalist olduğu için “olan”ı ele alır, “olabilecek olan”ı belirlemeye çalışır. “İdeal olan”la ancak “ileride” olması kaydıyla ve öznesi kendisi ise ilgilenir. Dünyayı, geldiği noktada kabullenmiştir; bu noktayı geniş insan kitlelerinin lehine ilerletmeye çalışır. Diyelim “makine”yi reddetmek bir seçenek değildir onun için, makinenin kontrolünü ele almaya çalışır. Hep “ileri” olanı seçer. Barbarlara, oldukları gibi oldukları için değil de saldırıları ile medeniyetin gelişimine katkı sağladıkları için kıymet verir.
Marksizmin insanı bütünüyle medeniyete evrilmesi bakımından ele alan, oradan da üretim ilişkilerine, yani ekonomik bir varlığa indirgeyen ve bunu bilimsel çözümleme olarak takdis eden yönteminde üretim ilişkileri tesis etmeyen toplulukların, yani gayrimedeni unsurların bir kıymetiharbiyesi yoktur. İnsanlığın on binlerce yıl böyle süren yeryüzü macerası önemsizdir de son üç dört yüz yılı önemlidir sadece. Hikmet Kıvılcımlı gibi istisnai bir Marksist bile -ki barbarı ele alış bakımından gerçekten de kıymetli ve okunasıdır görüşleri- nihai çözümlemede “barbar”ı medeniyetin gelişimine katkısı ile kıymetlendirmekten kurtulamamıştır. Sonuç olarak insanlık böyle özetlenir: Önce ilkel, sonra barbar, sonra feodal, sonra uygar… Toplumların bu hatta “ilerlemek”ten başka seçeneği yoktur. Bütün kültürler medeniyete evrilecektir. Bu “tarihsel zorunluluk”tur. “Şimdiye kadarki tarih, sınıflar savaşımından ibarettir.” Nokta. Neden? Ee bu tarihsel zorunluluk! Ama bak, senden 100 yıl sonra yıl 2025 ve hâlâ sınıf savaşını bırak sınıftan haberi olmayan topluluklar, kabileler var!..
19. yüzyılda dünyanın baş döndürücü sanayileşmesine, makineleşmesine bakılınca ve sadece Avrupa’ya bakılınca öyle görünüyor olabilir. Ama özgün topluluklar her zaman her yerde vardılar ve var olacaklardır. Ama ne yazık ki “Marx tarih anlayışında, tarihte olup biten şeylerin kaynağı veya kökenine bakmak yerine, gelişmesine ilgi göstermektedir.”2
Bütün bütün Marksizm’e yıkacak değilim konuyu, “devlet”e getireceğim.
Bundan dört beş yıl önce toplumcu şiir eleştirmeni Tahir Abacı ile sosyal medyada Ece Ayhan üzerine bir tartışma yaşamıştık. Kendisi Türk şiirinde Ece Ayhan’ın ve küçük İskender’in yukarılarda bir yere konulmasını hazmedemiyordu. Konumuzla ilgisi olmayan bir kısım ayrıntıları atlayarak meselemizle ilgili kısma gireyim doğrudan. Ece Ayhan’ın “Devlet ve Tabiat” adlı kitabını kastederek “Muhalif adam, devlet’in karşısına toplumu koyar, tabiat'ı değil!” demişti. Ece’nin solcu olduğunu ispat gayesiyle değil ama devletle toplumu kafadan zıt saymanın kökünden yanlış bir şey olduğunu bilecek kadar bakmışlığımız etmişliğimiz olduğu için zıplamıştım hemen. Hoş, kitabın adının neden “Devlet ve Tabiat” olduğu o zamana kadar üzerinde düşünmediğim bir şeydi ilginç bir biçimde, ama bir tür anarşist ilhamla ona “Devlet’in zıddı toplum değildir, devlet ve toplum bir ve aynı şeylerdir. Devletin zıddı tam olarak tabiattır.” demiştim. Yıllardan beri bu konuyu zaman zaman düşündüm ve haklı olduğuma dair inancım giderek arttı.
Devletin zıddının neden tabiat olduğunu anlatabilmek için, sıkıcı olma pahasına devletlerin nasıl ortaya çıktığı konusunda muhtemelen herkesin bildiği, kabaca uzlaştığı bir çerçeveyi yinelemek zorundayım. Bugünkü manada ulus-devletler daha dünkü çocuk sayılır. Devletin ortaya çıkabilmesi için önce insanlığın böyle bir yapının gerekli olduğu bir aşamaya gelmesi gerekiyordu. Yerleşik hayat, şehir devletleri, feodal beylikler-derebeylikler, krallıklar… Yani önce insanlık “otorite”nin ve “mülkiyet”in olduğu bir aşamada yaşamalıydı yeterince.
Ama daha derinden baktığımızda devlet’in varlığını tarihsel olarak ‘zorunlu’ hâle getiren asıl unsurun insanların yüz yüze mesafesini kaybedip, yaşam biçimlerinin ‘topluluk’tan ‘toplum’a dönüşmesi oluğunu görürüz. Nüfusça kalabalıklaşmış bir kitlenin ihtiyaçlarının giderilmesi, beslenmesi, güvenliğinin sağlanması, yönetimi, ‘düzen’in tesisi vb. otoritenin varlığını belirginleştirdiği gibi ona meşruiyet de kazandırıyor. Diyelim sayıca on binleri bulmuş bir toplulukta temsil, hiyerarşi ve kurallar-yasa, yasa yürütücü kaçınılmaz hâle geliyor. Kendine yeterlikli topluluktan “üretim”in ve “temsil”in zorunlu olduğu topluma geçiliyor. Bu durum, yaşam biçiminde de değişikliklere neden oluyor. Değişim salt niceliksel değil yani, niteliksel ve yapısal. Basitçe böyle, yani devleti yaratan şey toplum esasen. Toplum ile topluluk arasındaki fark salt niceliksel değil, niteliksel bir fark.
Topluluk; doğayla ve birbirleriyle ilişkisinde yabancılaşmamış, kendine yeterlikli, üretim yapmıyor, işbölümüne değil işbirliğine, uzmanlığa değil deneyime ve yeterliliğe, hiyerarşiye değil eşitliğe, mülkiyete değil özgürlüğe, kalıcılığa değil geçiciliğe, soyutluğa değil somutluğa dayalı. Toplum, bunların ve daha başa pek çok şeyin tam zıddı. Topluluktan topluma dönüşümün hiyerarşi, sınıfların oluşumu, yasanın peydah oluşu, şiddet kullanmanın yasal meşruiyet kazanıp kurumsallaşması, “üretim”in ortaya çıkışı hatta “soyutlama”nın ve “sembolik”liğin ortaya çıkışı gibi başka pek çok uzantısı, saçağı var. Topluluktan topluma geçiş kadar kritik az aşaması var insanlığın (öte yandan hâlâ bile yapılan çevirilerde filan “ha toplum ha topluluk” özensizliğini görebiliyoruz.). Şurası kesin ki topluluk “devlet”i gereksinmez, “toplum” ise devletsiz mümkün olmayacak bir şey. Demek ki bay toplumcu eleştirmen Ece Ayhan’a “Muhalif adam ‘devlet’in karşısına ‘toplum’u koyar.” derken haksızdır. Haksızdır çünkü devlet toplumsuz, toplum devletsiz olamayacak iki şeydir. Devlet ve toplum bir ve aynı şeydir.
Gelelim “neden devlet ve tabiat”a?..
Yani Ece Ayhan bir kefesinde devlet olan terazinin diğer kefesine “tabiat”ı niye koymuştur? Buna da II. bölümde devam edeceğim.
-------------
1. Marx’ın Tarih Anlayışı, Çiğdem Yurdakul
2. abe.