Kımıldıyorsa selam ver duruyorsa boya
Militarist kültür sadece savaşla, silahla, askerî yapılanma ve müfredatla sınırlı değil; aynı zamanda sayısız uzantıları olan toplumsal bir terbiye ideolojisidir. Ordu yalnızca cepheye asker yetiştirmez; aileye baba, kadına koca, mahalleye abi, işyerine amir yetiştirir.
Militarist mantığı çok iyi ifade eden başlıktaki sözü yaşlı bir asker emeklisinden duymuştum. Bir sistemin ideali ancak bu kadar özlü anlatılabilir. Çünkü burada tarif edilen şey yalnızca bir davranış kuralı değil; bir düşünce biçimi, bir zihniyetin bireyin beynine zerk edilmesi ve onun bir yaşam tarzı haline getirilmesidir.
Her yerde, her sistemde askeri eğitimin ortak hedefi aynıdır: İnsanı kırmak ve yeniden şekillendirmek. Yani var olanı silmek, yerine disiplinli, uyumlu, sorgulamayan bir robot yerleştirmek. Bu yüzden sistemin temel kodları itaat üzerine kurulu. Bu kodlara göre sopayla havadaki sineği kovalamak da “askerî görev”dir. Çünkü önemli olan işin ne olduğu değil, verilen emri sorgulamadan yerine getirme disiplinidir. Sorgulama, düşünme, yorumlama, karşı çıkma gibi insani reflekslere yer yok orda.
Dikkat edilirse militarist zihniyet yalnızca fiziki değil, psikolojik olarak da dönüştürücü bir süreç. Yirmi yaşına gelen bir erkek, hangi düşünceye, hangi yaşam tarzına sahip olursa olsun, iradesini devlete teslim etmeye çağrılır. Kışlanın kapısından içeri girdiği anda fikrini, iradesini, hatta jest ve mimiklerini dışarıda bırakır. Giysilerinden, saçından, sakalından, tüylerinden arındırılır ve “ordu malı” olarak kaydedilir. "Birliğine teslim olmak" ifadesi bu yüzden çok anlamlı. Birey, yaşamı boyunca birçok kuruma "başlar": mesleğe başlar, işe başlar, okula başlar. Ama sadece askere "teslim olur". Bu teslimiyet bir rastlantı değil; sistemin bilinçli tercihi ve başarısıdır. Çünkü askerî sistemin ilk amacı, bireyin sivilliğini kırmak, onu dönüştürüp kendi tasarladığı kalıba dökmek için teslim almaktır.
Kılık kıyafetten konuşma biçimine, yürüme temposundan selam verme tarzına kadar her şey standartlaşır. Mutlak itaat ve mutlak denetim altında herkes aynılaşır; herkes tek tip olur. Bu bireysel dönüşüm, yalnızca kışla düzeniyle sınırlı kalmaz. Hayata bakışın militaristleşmesi, bireyin her alanda hiyerarşi aramasına, güce tapmasına ve özgürlüğü tehlike olarak görmesine yol açar. Patron-işçi ilişkisinde, öğretmen-öğrenci ilişkisinde, hatta aile içi ilişkilerde de bu militarist kodlar işler. Baba, evin komutanı; öğretmen sınıfın amiri olur. Askerde öğrenilen bu itaat kalıbı, toplumun geneline sirayet ederek sonunda kültürel bir kabullenişe dönüşür.
Bu nedenle militarist kültür sadece savaşla, silahla, askerî yapılanma ve müfredatla sınırlı değil; aynı zamanda sayısız uzantıları olan toplumsal bir terbiye ideolojisidir. Ordu yalnızca cepheye asker yetiştirmez; aileye baba, kadına koca, mahalleye abi, işyerine amir yetiştirir. Böylece militarist akıl kışladan evin salonuna, sokaklara, fabrikalara, okullara, hayatın her alanına yayılır.
Ve kadınlar…
Militarist kültür erkeği kalıba dökerken, kadınlar üzerinde de şekillendirici, kısıtlayıcı ve çoğu zaman silikleştirici bir etki yaratır. Bu sistemde erkek asker olarak kutsanırken, kadın ya bu kutsal görev uğruna bekleyen sabırlı anne ya da fedakâr eş rolüne itilir. Askerliğin idealleştirildiği toplumlarda kadın, erkeğin görevini kolaylaştıran bir yardımcı figür olarak konumlandırılır. Aktif bir özne değil; duygusal, pratik ve psikolojik destek sağlayan pasif bir “arka cephe” elemanıdır.
Örneğin, oğlunu askere gönderen bir annenin duyguları “vatan sağ olsun” düsturuyla milliyetçilik ve şehitlik ekseninde şekillendirilir. Böylece acı ve yas, ulusal onuru besleyecek şekilde bastırılır. Toplum, annenin gözyaşını değil, dimdik duruşunu alkışlar. Bu kültür, kadınları yalnızca duygusal yük taşıyıcılar hâline getirmekle kalmaz; aynı zamanda onları ikincil bir toplumsal konuma da iter. Askerlik gibi zorunlu bir vatan göreviyle “terbiye edilmeyen” kadın, toplumsal bilinçaltında “eksik” sayıldığından, kamusal alanda da ikincil görülür.
Militarizmin doğrudan bir etkisi de, toplumsal cinsiyet rollerini katı biçimde ayırmasıdır. Erkek savaşçıdır, kadın ise korunmaya muhtaç. Bu ikilik yalnızca evde değil, iş hayatında, siyasette ve eğitimde de kendini tekrar eder. Askerî değerler yüceltilirken, şefkat, empati, kırılganlık gibi insani nitelikler küçümsenir. Bunlar "kadınsı" görülerek değersizleştirilir. Böylece kadınlık, zayıflıkla eşitlenir. Kadınların bu sistemdeki yeri, sadece erkekliğin kutsandığı bir düzende silinmek değil; bu düzenin duygusal yükünü de taşımaktır.
Sonuç olarak, kımıldayan her şeyi selamlatan, duran her şeye boya süren bu zihniyet, yalnızca insanı değil, onun hayalini, itirazını, rengini de tek tipleştirir. Ve belki de en büyük teslimiyet, herkesin aynı anda aynı yöne baktığı o an başlar.