Tarihin ilk vicdani retçisi mi?

Kutsallığın biçimi değişir; kimi zaman bayraktır, kimi zaman kalkan, kimi zaman da bir düşünce. Arkhilokhos, iki bin yedi yüz yıl önce kalkanını yere bırakarak insan yaşamının kutsaldan üstün olduğunu hatırlatmıştı. Belki de tarihin ilk vicdani retçisi oydu.

Tarihin ilk vicdani retçisi mi?
Attika Siyah Figürlü Amphora. Yaklaşık MÖ 550. Tyrrhenian Group (?)

Elbette ki söz ettiğim Antik Yunan’ın kısacık ömürlü lirik şairi Arkhilokhos. MÖ 7. yüzyılda yaşamış ancak sonraki dönemlerde de kendinden bolca söz ettirmeyi başarmış bir şair.

Yazdığı şiirlerin tamamın bugüne ulaşmış değil ancak ulaşanlar içinde bir tanesi var ki üzerinde durup düşünmek gerekir. Belki de bu şiirle, dönemin kutsallık algısına ve insan hayatına dair en keskin ve genel bakışı alaşağı eden sözlerini de bulabiliriz ya da öyle yorumlayabiliriz.

Elbette ki konumuz savaş ve insan hayatı. Arkhilokhos’un şiirinden önce o dönem Yunanistan’ına yüzeysel olarak da olsa biraz bakmak gerek ve bu bakışı da günümüzdeki bayrak kavramı ile paralel yürütmek yerinde olur. Günümüzde bayrak tüm dünya coğrafyalarında kutsallığı ile öne çıkıyor. Asla yere düşürülmez, her zaman yükseklerde tutulur. Duruşuna, dalgalanmasına şiirler, methiyeler düzülür. Değil onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce can feda edilir. Savaş anında bayrağı taşıyan asker kaç kurşun yerse yesin, bütün çabası bayrağı yere düşürmemektir ve ta ki biri gelip elinden alana kadar da ne yapar eder ayakta durmayı başarır. Anlatılar bu yönde efsaneleşir, kahramanlık hikayeleri anlatılır, destanlar yazılır.

Bugün bayrak ne ise, neyin yerini tutuyor, neye hizmet ediyorsa antik çağ Yunanistan’ında da aynı işlevi kalkan yerine getiriyordu. Önemli olan insan hayatı değil, kalkanın selameti idi. Eğer vazo resimlerine bakarsak, cansız yere düşmüş bir askerin çevresinde kıyasıya bir savaş verildiğine dair sahneleri sıklıkla görürüz. Aynı anlatılar Homeros’ta da bolca yer alır. Amaç ise, o ölü bedeni soymak ve silahlarını almaktır.

Antik çağ Yunanistan’ında savaşa katılmış bir asker ne pahasına olursa olsun, kalkanını düşünmekle yükümlüydü. Onu asla, kendisine düşman olarak tanıtılanlara kaptırmamalıydı.

Antik çağ Yunanistan’ında, bugünkü anlamda bir ulus bilinci yoktu. Onlar için “Helen” diye bir kimlik yer almazdı ancak onun yerine yerel aidiyetler var olurdu. Sözgelimi Atinalı olmak, Spartalı olmak ya da Korinthoslu olmak gibi. Söylevler de “Ey Yunanlılar” diye değil, “Ey Atinalılar “diye başlardı. Bu kent devletlerinin birbirleriyle çok fazla ortak yönleri olmakla birlikte ayrıştığı yönler de bulunurdu. Sözgelimi askerlik konusunda Atina ve Sparta arasında ciddi farklılıklar yer alırdı. Sparta’da erkek çocuk 7-8 yaşlarında ailesinden alınır ve 20 yaşına kadar oldukça zor şartlarda geçecek bir askeri eğitime tabii tutulurdu. Ancak bu kışla süreci 20 yaşından sonra da devam ederdi, tek farkla ki, öncesinde asker adayı iken, 20 yaş sonrasında tam anlamıyla askerdir.

Anne babalar oğullarını “ya kalkanın elinde ya da kalkanın üstünde gel” diyerek savaşa uğurlarlardı. Savaşa giden gencin sağ ya da ölü olmasının hiçbir önemi yoktu, yeter ki kalkan düşmana kaptırılmadan geri getirilebilsin. İster o gencin elinde olsun, isterse o gence tabut olsun.

Arkhilokhos da savaşa katılır. Elbette o dönemlerde varlığını sürdüren bir anlayış ise, savaşa katılanların kendi silahlarını kendilerinin satın alması gerekliliğiydi. Arkhilokhos da kendi silahlarını alır ve orduyla birlikte savaş alanına gider.

Ancak savaş başladığında, kalkanını, kargısını bırakıp savaş meydanından ayrılır ve kente geri döner. Bu davranışı günümüzdekine benzemeyecek bir şekilde, devlet tarafından bir yaptırımla karşılanmaz ancak mahalle baskısı tam olarak çalışmaya ve işlevini yerine getirmeye başlar. Kalkanını korumamış olmaktan dolayı ağır eleştirilere maruz kalır.

Arkhilokhos ki antik çağ yazarlarının da sıklıkla ve söz birliği etmişçesine söylediği bir özelliği ise hiciv konusunda hayli yetkin olması. Öyle ki bu konuda efsaneler bile üretilmiştir. Arkhilokhos, bir kadınla evlenmek üzere ailesiyle anlaşır. Ancak aile daha sonra bu evlilikten vazgeçer. Arkhilokhos ise bu durumu bir gurur meselesi yapar ve aileyi hedefine alarak hicivler yazar. İşte burada hikaye biraz çatallaşır. Kimi anlatılara göre bu aile utancından sokağa çıkamaz hale gelir, kimi anlatılara göreyse aile üyeleri çözümü intiharda bulur.

Savaşta kargı ve kalkanını bırakıp şehre dönmüş olmasıyla kıyasıya eleştirilen Arkhilokhos, bu eleştirelere kulak asmasa da onlara bir şiirle yanıt vermekten de geri durmaz;

Bırak o Sai’lerden biri kalkanımla övünsün dursun,
o kusursuz silahı fundalıklara ben attım.
Ben ölümden kurtuldum ya, o kalkan umurumda değil.
Hem ne var ki, satıldığı yeri biliyorum, gider yenisini alırım.

Arkhilokhos bu şiiriyle net bir şekilde anlaşılacağı üzere kalkanın kutsallığını değil, insan yaşamının önemini vurgular. Kalkanını fırlatıp atmanın karşılığında hayatta kalabildiğini  ve böylece hayatta kalmanın kalkandan çok daha önemli olduğunu ortaya koyarak, kalkana toplumsal olarak yüklenen kutsallık anlayışını bertaraf etmenin de ötesinde anlamsızlığını öne çıkarır. Şöyle de yorumlayabiliriz, “söz konusu olan hayatta kalmaksa, kalkan önemsiz bir teferruattır”.  İnsan hayatından daha önemli sayılan o kalkanın, bir atölyede üretildiğini gerekirse gidip yeniden alınabilecek bir eşya olduğunu ve insan yapımı bir eşyanın ise asla kutsallık taşımaması gerektiği de dizelerinden rahatlıkla okuyabiliriz.

Arkhilokhos’un bu şiirine bakarak belki de onu “tarihin adı bilinen ilk vicdani retçisi” olarak tanımlayabiliriz. Günümüz kavramlarını kullanmasa da o da savaş karşıtı bir tavır ile insan hayatının daha öncelikli olduğu ve kimi eşyalara kutsallık atfedilerek insan hayatının değersizleştirilmesine karşı çıktığını söyleyebiliriz.

Günümüz arkeologları antik çağ insanını anlamaya değil, vitrinde düzenlemeye çalışıyor. Metinleri duymaktan özellikle kaçınıyorlar. Diodoros’u anmadan Mısır’daki kedilere kurban diyen, Nossis’in sesini kısıp phlyaks vazoları üzerine tez yazan bir anlayışın bu körlüğü, ihmalkarlık değil, kibirle karışık bir tahakkümdür;  bir çağın bir başka çağ üzerindeki tahakkümü.

Antik çağa bakış konusunda genel bir algı da vardır. Her şeyden önce o dönem insanı sanki tek tipmiş gibi algılanır. Eğer konu din ise, herkes inanır ve gerektirdiği gibi yaşar algısı yüksektir, öyle ki o dönem insanları ritüelden ritüele koşuyormuş gibi bir izlenim de bırakılır.

Oysa antik çağa bambaşka gözle bakmak gerekir. Bugün ile o günün kavramları aynı olmasa bile aynı şeylerden rahatsızlık duyduklarını, aynı şeylere itiraz ettiklerini düşünmemiz gerekir. Bugün silahı bırakıp savaşa gitmemeyi bir vicdani ret olarak tanımlıyor olabiliriz, Arkilokhos ve çağdaşları aynı kavramı kullanmıyor olabilir, bu özü değiştirmez, tabeladaki bir yazıdır sadece.

Antik çağ oyun ozanlarından Euripides, Aristophanes gibi isimler de savaş karşıtlıklarıyla eserler vererek savaşın yıkımını dillendirmekten geri durmadılar. Hatta kimi antik çağ yazarlarına göre Euripides’in, örtülü bir sansüre maruz kaldığı da söylenir.

Bu yazıdaki amaç aslında, pek gündeme getirilmeyen ya da üzerinde durulmayan, sıradanlaştırılan o Arkilokhos şiirine daha yakından bakabilmekti. Antik çağ insanının, günümüz kavramlarıyla düşünmese de, günümüzden farklı yaşam sürmediğini, isimleri farklı olsa da aynı şeyler için mücadele ettiklerini bir parça yansıtabilmekti. 

Bu arada küçük bir not eklemeyi de yerinde bulurum. Bu yazı, “çalakalem” olarak tanımlanan bir şekilde yazıldı. Bir heykeltıraşın mermere şekil verirken taşı yontması gibi sözcükler, cümleler yontulmadı. Belki de biraz Dionysosçu bir anlayışla geldiği gibi yazmak gösterilmek isteneni enine boyuna tartışmasa da en azından işaret edebilme konusunda daha elverişli olabilir.

Nasıl ki Arkhilokhos, o karşı çıkışında, o “hayattayım ya işte sizin kutsal dediğiniz kalkanın ne önemi var” derken sergilediği tavrı yansıtmaya çalıştım. Tıpkı onun, eylemini hiçbir felsefi anlayışa, hiçbir ekola yaslamadan tastamam, dosdoğru, içinden, derinlerinden geldiği gibi dillendirmesi benzeri, hiçbir antik çağ felsefecisine ve ekolüne yaslanmadan salt yaşam pratiği içinden bakmak istedim ve onun gibi ben de “hayattaysam, aslolan yaşam ise, teorilerin, ekollerin ne önemi var” demekten yanayım. Sadece insanın insana ya da toplumun bireye tahakkümünü değil; ideolojilerin, teorilerin, ekollerin de insan hayatı üzerindeki tahakkümünü sorgulamak gerekir. Çünkü şunu çok iyi biliyorum ki, kutsallık kimi zaman bayrakla, kimi zaman bir kalkanla kimi zaman da bir teori ile, ideoloji ile, ekol ile karşımıza çıkıyor. Neredeyse hemen hepsi de aidiyete dayalı bir kimlik yaratmaktan öte geçmiyor. Hayatın ve yaşamın konuştuğu bir yerde bunların susması gerektiğine inanıyorum.

Günümüzdeki biz ile farklı sorunlar yaşamayan, aynı şeyler için mücadele veren o antik çağ insanını, müzelerin soğuk camekanlarından çıkarıp, yanı başımıza, sokağımıza, evimize almamıza ve insana, hatta canlı olmaya dair değerlerin her zaman var olduğuna, bunlar için birçok mücadeleler verildiğine bizi ikna edebilir. İdealize edilerek romantikleştirilerek anlatılan antik çağ insanının bu anlatılara uymadığını, birçok toplumsal çelişki, baskı, sömürü ve mücadele ile iç içe olduğunu anlayabilmemizi de sağlayabilir.

Dipnot: Bu yazı, biçimiyle içeriği aynı çizgide tutma niyetiyle ‘çalakalem’ yazılmıştır; düşüncenin heykeli değil, izidir.