Ne hakla?
Hiçbir hakkı olmadığı halde nasıl oluyor da güç ve yetki sahibi bir avuç zorba milyonlarca insanı tahakkümü altına alabiliyor?

Tarihin en eski yazılı taşlarına kazınmış kanun hükmünde bir karar; birileri daima buyuracak geri kalanlar boyun eğip itaat edecek. Tarihteki ilk kral tahtına otururken Tanrı’nın seçilmiş kulu olduğunu ilan etti. Rablerin rabbi, kralların kralı optimus maximus adına yönetiyordu. Bu ilahi onaya dayanıp bir tebaa yaratarak insanları yönetmeyi kendine hak gördü. Tebaayı itaatkâr kılan ritüellerin adı farklı farklıydı, ama özü hep aynıydı: Gücü tepemize yerleştirip itirazı susturmak. Zamanın derinliğinde bu ilişki yavaş yavaş meşruiyet kazandı.
İktidar ve hükümdar herkesin nezdinde kutsallaştı ve miras yoluyla devredilmesi hak halini aldı. Hanedanlar yükseldi, saraylar kuruldu; derken gün geldi tek tek yıkılan saraylar yerlerini parlamento binalarına, kılıçlar yasama yetkisine, krallar devlet başkanlarına bıraktı. Evet görünürde değişim vardı; ama özünde insan hâlâ insanı yönetiyordu. Güç ve itaatin konumu, yönetenlerin yönetilenler üzerindeki tahakkümü yüzyıllar boyunca aynı ritimle sürdü.
Zamanla “hak” kavramı da dönüştü: Soy, sop, kanbağı, şan şöhret, asalet, unvan gibi şahsi nitelikler iktidarın çok katmanlı yapısıyla bütünleşip yönetilenlerin de rıza gösterdiği bir meşruiyet üretti. Artık her yönetici toplumun yararını gözetiyormuş gibi görünmek zorundaydı; ama bu sadece görünüşte böyleydi, özündeyse sistem şaşmaz şekilde, yönetenin, erkin çıkarına işledi. Ta ki birileri gözünü karartıp şöyle diyecek cesareti bulana dek: “Hey sen, ne hakla?”
Modern dönemde erkin bu konumu yeni biçimlere büründü. Hanların, imparatorların yerine ulus devletler, kralların yerine partiler, hanedanların yerine bürokrasiler ve seçim sandıkları geçti. Bu kez de “millet iradesi” diye kutsanan iktidar demokrasi adına yönetiyordu. Görünüşte demokrasi vardı, hak ve eşitlik vaat ediliyordu; ama sahnenin arkasında güç birikimleri, kurumsal mekanizmalar, görünmez ipler aynı taraklarda işliyordu. Parlamento, bürokrasi, yargı, polis, medya… Bu yapıların her biri, bireyin iradesini ortadan kaldıran ve yönetenin elini daha da güçlendiren bir araçtı. Ve biz bütün avam, çalışmaya mahkûm zorunlu emekçiler; çoğu zaman farkına bile varmadan soyut birer yurttaş olarak bu çarkın, bu düzenin parçası, üreticisi, destekçisi olduk.
Peki, hiçbir hakkı olmadığı halde nasıl oluyor da güç ve yetki sahibi bir avuç zorba milyonlarca insanı tahakkümü altına alabiliyor, yaşamlarını cehenneme çevirebiliyor? Colin Ward’ın gayet isabetle söylediği gibi; bunun en önemli nedeni, bize hükmedenlerle aynı değerleri paylaşıyor olmamız. Çünkü yönetenler gibi biz yönetilenler de otorite, hiyerarşi ve güç ilkesine inandırıldık. Yönetilmeye rıza gösterdik.
Belki çok geç olabilir ama soru hala geçerli: Ne hakla? Bu soruyu daha önce de soranlar oldu. Biliriz ki tarih sadece boyun eğmişlerin hikayesini anlatmaz; başkaldıranların kaydını da tutar. Ve arada bir o kayıtlardan unutulmaz bir kahkaha yükselir; baskıya boyun eğmeyen bir bakış, bir adım, bir direniş… Ve bu yalnızca tarih sayfalarında değil, günümüz sokaklarında da yankılanır. Bu direnişler küçük olabilir, bireysel olabilir, ama özünde yönetimin kutsallığını ve meşruiyetini sorgulayan birer tokat gibi çınlar. Çünkü sorulması gereken doğru soruyu sorar: Ne hakla?