9. Eko-faşizme gelecek olursak, ilkelci arzunun en zehirli ve ahlaki açıdan en iflas etmiş yorumu olduğunu söylemek gerekir. Eko-faşizmin birden fazla yüzünden bahsetmek mümkün. Bunlardan birisi, bir Nazi ideolojisi olan "Kan ve Toprak" (Blut und Boden) anlayışıdır. Burada, doğal düzen, belirli bir saf ırkın kendi ata toprağı ile kurduğu organik, bozulmamış bir bağ olarak tanımlanır. Göçmenler ve yabancılar, bu doğal düzeni bozan kirlilik unsurları olarak görülür. Bu, bir ekoloji analizi değil, ırkçı bir mistisizmdir. Ekolojik kriz, iklim değişikliği, okyanus kirliliği, biyoçeşitlilik kaybı ve akla gelebilecek diğer her bir niteliğiyle, doğası gereği küreseldir. Bu ırkçı Nazi miti, doğal veya üstün bir grubu yozlaşmış veya aşağı olanlardan ayırma iddiasındadır. Bu iddia, modern bilimin temel bulgularına tamamen aykırıdır. Irk kavramı biyolojik bir gerçeklik değil, politik bir sosyal inşadır.
Irkın biyolojik bir kategori olarak anlamsızlığını kanıtlayan en temel çalışma, 1972 yılında Harvard Üniversitesi'nden genetikçi Richard Lewontin tarafından yapılmıştır. "İnsan Çeşitliliğinin Dağılımı" (The Apportionment of Human Diversity) başlıklı makalesinde Lewontin, protein belirteçlerine bakarak genetik çeşitliliği analiz etmiştir. Lewontin, tüm insan genetik çeşitliliğinin yaklaşık %85'inin, herhangi bir ırksal grubun içindeki bireyler arasında bulunduğunu keşfetmiştir. Irklar arasındaki ortalama genetik fark ise, tüm çeşitliliğin sadece %6 ila %7'sini oluşturmaktadır. Bu, biyolojik olarak "ırk" diye bir kategori olmadığı anlamına gelir. Rastgele seçilmiş iki Türk'ün genetik olarak birbirinden farkı, bir Türk ile bir Alman'ın ortalama farkından daha fazla olabilir. Irk kategorisi, insan çeşitliliğini açıklamakta istatistiksel olarak anlamsızdır. 2003 yılında tamamlanan "İnsan Genom Projesi", Lewontin'in bulgularını moleküler düzeyde doğrulamıştır. Projenin direktörleri ve önde gelen bilim insanları, ırkın genetik bir temeli olmadığını defalarca teyit etmişlerdir. Tüm insanların DNA dizilimleri %99.9 oranında aynıdır. O %0.1'lik fark ise ırk olarak kümelenmez, bireysel farklılıkları oluşturur. Irk dediğimiz şey, genetik yapımızın değil, sadece coğrafi adaptasyonla ilgili, evrimsel olarak çok yeni olan, son derece yüzeysel birkaç genin (ten rengi, göz rengi ve şekli gibi) ifadesidir. Ortak bir tarih, dil ve kültüre dayalı sosyolojik bir kategori olan etnisite vardır, bu ise tamamen ırk kavramıyla alakasızdır, asla bir üstünlük veya aşağılık belirteci değildir.
Eko-faşizmin bir başka yüzü de, Malthusçu bir "aşırı nüfus" mitini desteklemektedir. Bu aşırı nüfus miti, İngiliz ekonomist Thomas Robert Malthus'a, yani 18.yy. sonlarına kadar dayanmaktadır. Bu mite göre, gezegenin ekolojik krizi aşırı nüfusun bir sonucudur. Bu iddia, gerçekle bağdaşmayan bir saptırmadır. Ekolojik etkiyi ölçmek için kullanılan en temel formüllerden biri "IPAT denklemi"dir. Açılımını yapacak olursak; Çevresel Etki (I) = Nüfus (P) X Refah/Tüketim (A) X Teknoloji (T). Oxfam ve Stockholm Çevre Enstitüsü'nün ortak yayınladığı raporlar, aşırı nüfus tezinin geçersizliğini adeta kanıtlar niteliktedir. Bu raporlara göre, Dünya nüfusunun en zengin %1'lik kesimi, en yoksul %50'lik kesimden iki kat daha fazla karbon emisyonundan sorumludur. En zengin %10'luk kesim, tüm küresel emisyonların yaklaşık %50'sinden sorumluyken, en yoksul %50'lik kesim, yaklaşık 3.5 milyar insan, emisyonların sadece %7-8'inden sorumludur. Malthusçu ve Neo-Malthusçu aşırı nüfus tezi, asıl sorumluları (şirketler, oligarklar, ordular vb.) aklayıp suçu sistemin kurbanları olan yoksullara yükleyen ırkçı ve sınıfçı bir propagandadır. Eko-faşizmle ilişkilendirilebilecek bir başka ideoloji ise, "güçlünün hayatta kalması" ilkesini şiar edinmiş olan "Sosyal Darwinizm"dir. Sosyal Darwinist iddiaya göre, doğanın kanunu, güçlünün hayatta kalması, zayıfın ise ölmesidir. Bu tutum, felsefede "Doğallık Safsatası" olarak bilinen temel bir mantık hatasıdır. G. E. Moore tarafından kavramsallaştırılan bu hataya göre, bir şeyin doğada var olması, onun ahlaki olarak iyi veya izlenmesi gereken bir yol olduğu anlamına gelmez. Doğada tecavüz de, yamyamlık da vardır, bu durum onları ahlaki kılmaz. İnsan ahlakı, doğayı olduğu gibi kopyalamak değil, onu akıl ve empati yoluyla aşmaktır. Öte yandan evrimsel biyoloji açısından değerlendirildiğinde, Sosyal Darwinizm iflas etmektedir. Sosyal Darwinizm, Charles Darwin'in evrim teorisinin ve modern evrimsel biyolojinin çarpıtılmış ve politize edilmiş bir versiyonudur.
Evrimsel başarı, salt acımasız rekabete dayanmaz. Anarşist ve bilim insanı Pyotr Kropotkin'in 1902 yılındaki ünlü çalışması "Karşılıklı Yardımlaşma: Evrimin Bir Faktörü"nde ortaya koyduğu gibi, karşılıklı yardımlaşma ve işbirliği, türlerin hayatta kalmasında en az rekabet kadar, hatta çoğu zaman daha güçlü bir evrimsel faktördür. Çağdaş evrimsel ve akademik çalışmalar da, Kropotkin'i doğrular niteliktedir. Harvard Üniversitesi'nden Martin A. Nowak ve çalışma arkadaşları, "Süper-İşbirlikçiler: Özgecilik, Evrim ve Başarmak İçin Neden Birbirimize İhtiyacımız Var" (Supercooperators: The Mathematics of Evolution, Altruism and Human Behaviour Or, Why We Need Each Other to Succeed) isimli kitaba aktardıkları çalışmalarında, evrimin iki temel direğinin (mutasyon ve seçilim) yanına üçüncü bir direk eklerler; işbirliği. Nowak ve ekibi, matematiksel oyun teorisi modelleri kullanarak, bencil bireylerin baskın olduğu bir popülasyonda bile işbirliğinin nasıl ortaya çıkıp yayılabileceğini beş temel mekanizmayla (akraba seçilimi, doğrudan karşılıklılık, dolaylı karşılıklılık, ağ karşılıklılığı ve grup seçilimi) açıklar. Varılan sonuç, rekabetin değil, işbirliğinin yaratıcı evrimsel güç olduğudur.
Bir başka referans da, Binghamton Üniversitesi'nden David Sloan Wilson ve ekibinin "Çok Düzlemli Seçilim" kavramına verilebilir. Buna göre, bir grup içinde, bencil bireyler işbirlikçi bireyleri yenebilir. Ancak gruplar arasında, işbirlikçi bireylerden oluşan gruplar, bencil bireylerden oluşan grupları her zaman yener. İnsan türünün evrimi, büyük ölçüde gruplar arası bu rekabetle şekillendiği için, seçilim grup içi işbirliğini destekleyecek şekilde işlemiştir. Sosyal Darwinizm, ayrıca, ahlakı ve işbirliğini doğaya aykırı kültürel bir lüks olarak görür. Modern nörobilim ve primatoloji, bunun tam tersini, yani ahlakın biyolojik kökleri olduğunu kanıtlamıştır. Primatolog Frans De Waal, "Empati Çağı", "Bonobo ve Ateist", "Primatlar ve Filozoflar" gibi kitaplarında, ahlakın iki temel niteliği olan empati ve karşılıklılık-adalet duygusunun derin evrimsel köklerini en yakın akrabalarımız olan şempanzeler ve özellikle bonobolarda göstermiştir. Ünlü "Kapuçin Maymunu Adaletsizlik Deneyi"nde, maymunlar eşit olmayan bir ödüle (birine salatalık, diğerine üzüm) karşı haksızlığı fark ederek şiddetli bir tepki gösterirler. Bu deneyin sonuçları, adalet duygusunun milyonlarca yıllık bir primat mirası olduğunu, Sosyal Darwinistlerin iddia ettiği gibi zayıflara özgü bir duygu olmadığını kanıtlar. Değinilecek olan bir başka çalışma ise, Sosyal Darwinizm'in rasyonel bencillik modelini sıkıntıya sokmaktadır. Alan Sanfey ve ekibi, 2003 yılında "Ültimatom Oyununda Ekonomik Karar Vermenin Nöral Temeli" (The Neural Basis of Economic Decision-Making in the Ultimatum Game) isimli bir çalışma gerçekleştirmiştir. Bu deney bir fMRI çalışmasıydı. Bir oyuncu onlara, örnek vermek gerekirse, 100 liranın 10 lirasını teklif ettiğinde (haksız bir teklif), rasyonel (bencil) Sosyal Darwinist tepki, hiç yoktan iyidir diyerek 10 lirayı kabul etmektir. Fakat deneyin bulgularına göre, insanlar bu haksız teklifleri, kendileri de para kaybedecek olmalarına rağmen cezalandırmak için reddederler. fMRI taramaları, bu haksız teklif anında beyindeki anterior insula bölgesinin (fiziksel acı, iğrenme ve tiksinme ile ilişkili bölge) güçlü bir şekilde aktive olduğunu göstermiştir. Elde edilen sonuçlara göre şu söylenebilir ki, beynimiz, haksızlığa ve adaletsizliğe biyolojik olarak iğrenç ve acı verici bir şeymiş gibi tepki verecek şekilde evrimleşmiştir. Bu durum, Sosyal Darwinizm'in rasyonel bencillik modelini nörolojik düzeyde çürütür.
10. İlkelci düşüncenin, özellikle anarko-primitivistlerin ve ilkelci olan veya olmayan derin ekolojistlerin düşüncelerinin merkezinde, romantik mistisizmin ürünü olan bir doğa fetişizmi yer alır. Bu durumun en büyük sebeplerinden birisi de "Gaia Hipotezi"dir. Bu anlayış mantıki bir uzantıya dek sürdürüldüğünde mizantropiyle, insan düşmanlığı, sonuçlanır. James Lovelock ve Lynn Margulis tarafından ortaya atılan Gaia Hipotezi, Dünya'nın biyosferinin, yaşamın devamlılığı için gerekli koşulları sürdüren, kendi kendini düzenleyen karmaşık bir sistem olduğunu öne süren bilimsel bir modeldir. İlkelcilik ve derin ekoloji, bu sistem hipotezini alır ve onu metafizik bir dogmaya dönüştürür. Bu yorumda Gaia, bilinçli, bilge, koruyucu ve mükemmel bir dengeye sahip, adeta kutsal bir varlıktır. "Doğa Ana" metaforu da bu Gaia anlayışından doğmuştur denilebilir. Uygarlık ve özellikle de insan (anarko-primitivistlere göre bizzat insanın kendisi değil fakat modern, uygar ve özellikle de endüstriyel uygarlığın insanı) bu sözde mükemmel dengeyi bozan bir hastalık veya kanserdir. Doğanın kendi kendini düzenlediği anlatısı üzerine kurulu olan bu denge miti, 1970'lerden beri modern ekoloji bilimi tarafından terk edilmiştir.
Ekolojik gerçeklik, "statik denge" değil, "dinamik dengesizlik" ve "periyodik bozulma" üzerine kuruludur. Dünya tarihi, insanlardan çok önce gerçekleşen en az beş büyük kitlesel yok oluş olayıyla doludur. Örneğin, yaklaşık 252 milyon yıl önceki "Permiyen-Triyas" yok oluşu tüm deniz türlerinin %96'sını ve karasal omurgalı türlerinin %70'ini yok etmiştir. Bu, doğanın kendi sistemindeki kusurlu bir düzenlemenin sonucuydu. Bir başka kanıt ise evrimsel süreçtir. İnsan da dahil olmak üzere memeli hayvanlarda bulunan, beyni gırtlağa bağlayan, tekrar eden larenks siniri, doğrudan gitmek yerine, kalbin etrafındaki bir atardamarın altından dolaşarak boyundan aşağı iner ve tekrar yukarı çıkar. Balık atalarımızda bu yol mantıklıydı, ancak memelilerde, özellikle zürafalarda, sinirin gereksiz yere metrelerce uzaması anlamına gelir. Soluk borusu ile yemek borusunun farenkste kesişmesi, evrimsel bir yamadır ve bizi yiyecek veya içecekle boğularak ölmeye karşı olağanüstü derecede savunmasız hale getirir. Evrimsel sürecin bir sonucu olarak, körelmiş organlar ve anatomik olarak zayıf yapılar fazlasıyla yaygındır. Bunlar, akıllı bir tasarımın veya Doğa Ana dogmasındaki kendisini en iyi şekilde düzenleyen doğal sürecin değil, eski parçayı atamayan kör bir sürecin kanıtıdır. Ayrıca insan olmayan hayvanlarda, özellikle de karnivor yani etçillerde, ahlaki olmayan stratejiler yaygındır. Aslanlarda, sürüyü ele geçiren yeni bir dominant erkeğin, kendinden olmayan yavruları sistematik olarak öldürmesi yaygın bir stratejidir. Bu, bireysel yavrular ve anne için korkunç bir sefalettir, ancak erkeğin kendi genlerini, dişileri daha hızlı çiftleşmeye hazır hale getirerek yayması için rasyonel bir evrimsel stratejidir. Bu durum, doğanın yaşamı her canlı için yaşanabilir kıldığı ve ahengi sabit tuttuğu mitini yerle bir eder.
Yerle bir ettiği bir başka mit ise, insanın doğanın kanseri ve en acımasız türü olduğudur. Aslanların ve diğer karnivorların davranışları, acımasızlık veya ahlaki bir kötülük değil, evrimsel genetik bir programın sonucudur. Bu canlıların eylemlerini etik olarak yargılama veya değiştirme kapasiteleri yoktur. Buna karşılık insan, bir primat olarak, yazının önceki maddelerinde Nowak, De Waal ve Sanfey'in de gösterdiği gibi, evrimsel başarısını salt rekabete değil, en gelişmiş işbirliği, karşılıklı yardımlaşma ve empati kapasitesine borçlu olan bir türdür. Doğanın kanseri olmak bir yana, insan, tüm biyosferde etik kaygı ve türler arası sorumluluk geliştirebilen tek varlıktır. Tarih boyunca ve günümüzde aslanlar asla ceylanların neslini korumak için bir koruma alanı kurmamıştır, arılar, karıncaların haklarını düşünmemiştir. Buna karşılık insan, tüm yıkıcılığına rağmen, sadece kendi türünü değil, aynı zamanda diğer türleri (modern koruma hareketleri, nesli tükenmekte olan türlerin korunması, veganizm ve hayvan hakları felsefesi gibi etik sistemler vb.) ve botaniği (Svalbard Küresel Tohum Deposu gibi küresel tohum bankaları, milli parklar, yeniden ağaçlandırma projeleri vb.) korumak için bilinçli, rasyonel ve etik çaba sarf eden tek canlıdır.
../...