Kürt meselesini anlamak...
Demokratik bir süreç başlatmak isteyenler başlangıçtan itibaren demokrasinin temel ilkeleri olan şeffaflık, katılım, hesap verebilirlik vb. üzerinden bu süreci yürütürler. Süreci başlatan otoriter iktidar gizli saklı kulislerle, toplumsal katmanları siyasal ve akademik çevreleri, hatta parlamentoyu ve sürece destek veren DEM Partiyi bile....
Besim Erarslan
Son günlerde "Terörsüz Türkiye" süreci ile ilgili olarak özellikle Öcalan’a yakın Kürtler arasında ve muhalif bazı çevrelerde daha yüksek sesle duyduğumuz cümlelerden biri de "Kürt Meselesini doğru anlamak ve süreci doğru okumak gerektiği" yönündeki telkinler. Buradan başlayarak Kürt Meselesini nasıl anladığımız konusuna bakalım biraz.
Reel politik' e dair konuşmaya başlayınca niyetlerimiz ne kadar radikal olursa olsun ağzımızdan ya da kalemimizden çıkan sözcükler ne yazık ki radikal olamıyor. "Hep olumsuz olmayalım, hayata dokunalım" diyoruz ancak bir şeyler söylemek gerekince de evcilleşmiş bir yerden konuşmadan edemiyoruz. Ortada iktidar paradigmaları çarpışırken o paradigmaların içinden cımbızla çekip alınan cümleler üstüne "barış ya da çözüm" söylemleri kurmak kendimizi kandırmaya ya da barışa inanmak isteyenleri kandırmaya devam etmek oluyor. Kimse kusura bakmasın gelinen ortada yaşanan süreci "çözüm" olarak algılamak isteyenler tarihin bize çıkarsadığı dersleri, bu coğrafyada bugüne kadar yaşananları hatırlamak algılamak istemeyenlerdir demek çok da yanlış olmaz.
Öncelikle bu sürece halâ çözüm süreci diyenlerin çözüm meselesinde tarafların birbirlerine perspektif olarak yaklaşmayı bırakın sürecin adında bile anlaşmaları söz konusu değilken ortaya nasıl bir çözüm çıkacak bunu yüksek sesle sormak gerekiyor. Şunu çok iyi anlamamız gerekiyor; Bu coğrafyada kimsenin özel çözümü olamayacak ne Kürtlerin ne de Aleviler dahil Sünni ve Müslüman olmayanların.
Barış elbette çatışmasızlık içerdiği için kulağa hoş geliyor ancak barış denen şey çoğu kez bir iktidar paradigmasının içi boşaltılmış bir lafzından ibaret olabiliyor. Barıştan anlaşılması gereken şey yalnızca çatışan iki tarafın birbirlerine karşı şiddet içeren politikalardan vazgeçmesi olsaydı her şey çok kolay olurdu. Taraflar bir masada oturur güçlü olan güçsüz olana kendi koşullarını dayatır güçsüz olan da kendi kozları nispetinde eldekine razı olur ve bu iş sonlandırılırdı. Bu gün de yapılmak istenen bu. Ancak bu iş o kadar kolay değil. Zira devlet dahil herkes biliyor ki, çatışma ikliminin kaynağı silahlanmış bir örgütün ve onun kültleşmiş liderinin iradesi ve onları "ulusal güvenlik tehdidi" olarak gören bir devletin paranoyakça tepkiselliği ile açıklanabilecek hafiflikte değil. Ortada cumhuriyetin kuruluş kodları ile dışlanmış bir halkın bu durumu kabullenmemesi ile mevcut devletin kolonyalist paradigmada ısrar eden asimilasyoncu tavrı arasında oluşmuş sosyolojik fay hattı üzerinde süregelen bir toplumsal çatışma / gerilim var.
Şu ana kadar olan ve olması istenen şudur; 40 küsur yıldır düşük yoğunluklu bir iç savaş ve "bölünme tehdidi" T.C. devletinin militarist politikalarını kurumlaştırması ve şehitler kültü üzerinden milliyetçi anlatıyı inanılır kılması için son derece elverişi fırsatlar sundu. Cephe'nin diğer tarafında Abdullah Öcalan tarafından oluşturulan otoriter ve her şeyi bilen tek adam tek lider kültüne (yarı tanrı) diğer Kürdistani fraksiyonların ve örgüt içi muhalefetin tasfiyesi Kürt ve Türk sol aydınlarının Kürt hareketi karşısında "uygun" hiza ve istikamete girmesi için de sonsuz fırsatlar sundu. Söze "Sayın Öcalan" diye başlayarak bu hiza ve istikameti içselleştirdiğinizi gösterdikten sonra zaten geri kalan söylediklerinizin fazla bir anlamı olmayacaktır. Yani Öcalan diyor ki; "bu savaşı ben başlattım, bu hareketi ben kurdum, şimdi de devletle uzlaşmam gerekiyor bu yüzden de gördüğüm lüzum üzerine bu savaşı bitiriyorum". Burada tüm bileşenlere ve özellikle de Kürt halkı ve aydınlarına düşen görev bu lüzumu anlamaktır. "Bunu anlamayan bizden değildir".
Hal böyle iken kaplumbağa hızıyla yürümekte olan sürecin herhangi bir çözümü nasıl üreteceği geçen bir yılın ardından halâ netleşmiş değildir. Aylardır havanda su döven TBMM Komisyonu sonunda oy çokluğu ile İmralı'ya gitmeye karar vermiş. Çok heyecanlı bir durum. İmralı tartışmaları gölgesinde ne Selahattin Demirtaş, ne Osman Kavala, ne Can Atalay ne de diğer siyasal tutsakların durumları unutulmaya yatırılıyor. Orada gidip Öcalan'ı dinleyecekler. Dinlesinler tabi. Ancak Öcalan'ı dinlemekle bir şey çözülmeyecek. Sonuçta Öcalan devletin elinde tutsak edilmiş bir kişi. Bu güne kadar yazılan çizilenler, söylenenler vs. top çevirmeden öteye gidemediği için hala somut bir sonuç alınabilmiş değil. Selahattin Demirtaş ve Kobani davasının tutsakları, yerine kayyım atanmış belediye başkanları hala içeride. Devlet tarafından somut adım atılmayıp süreç kapalı kapılar ardında devletin elinde tutsak olan baş müzakereci Öcalan eliyle sürdürüldüğü için kamuoyunda sürece güven son derece düşük bunu sonuçları açıklanmayan ama sık sık atıf yapılan anketlerden de net olarak mümkün.
Şimdi gelelim Kürt Meselesini anlamaya...
Kürt Meselesini anlamak için devletin onu ne kadar çözmek istediğini anlamak lazım. "Kürt Meselesini bilmeyenler Öcalan'ın merkezi rolünü anlayamazlar" deniyor. Oysa Kürt Meselesi Öcalan sayesinde var olmadı, zaten vardı Öcalan kendi örgütü ile onu başka bir safhaya taşıdı, soğuk savaş koşullarında devletin de içerideki bu çatışma iklimine ihtiyacı vardı. Devlet bu sayede Milliyetçi Muhafazakar toplumsal bir konsolidasyon yaratabildi, Öcalan ise PKK ile Kürt coğrafyasında Kürtlerin gözünde en önemli adam olma olanağına kavuştu. Ancak gelinen noktada bu çatışma ikliminin sürdürülebilirliği her iki taraf açısından da ağır maliyet gerektirdiği için bu durumun taraflar için en uygun biçimde ortadan kaldırılması gerekiyor. Ancak "en uygun durumun" halklar için en uygun durum olması gerekmiyor. "Kiminle savaşırsan onunla barışırsın" diyerek devletle savaşan PKK ve onun kurucu önderi Öcalan'ın baş müzakereci olmasının meşruiyetinin önü açılıyor. Bu tabloda parlamentoda Kürt halkının oyları ile bulunan DEM Parti bile kendi temsil meşruiyetinden vazgeçerek Öcalan'ı tek muhatap kabul ediyor. Şimdi buna itiraz edenler de Kürt Meselesini anlamamış olmakla eleştiriliyor. Oysa daha somut konuşmak gerekirse Kürt Meselesi hiç bir zaman Öcalan ya da PKK meselesi olmadı, zaten devlet bunu çok iyi bildiği için yıllarca meseleyi kriminalize etmek, Türk Milliyetçiliğini kışkırtmak için sürekli olarak "Ayrılıkçı Terör", "Etnik Terör" lafızlarını kullandı. Gelinen noktada devletçi paradigma açısından devlet durduğu yerde duruyor ve "Ayrılıkçı Terörü" bitirmek için "Terörsüz Türkiye" sürecini başlatıp yıllar önce içeri attığı “Terör örgütünün lideri” ile müzakereler yürütüyor. Ne kadar mantıklı değil mi? Şimdi bunu normal karşılıyorsanız devletin önümüze koyduğu "kırk katır mı kırk satır mı" çizgisine gelmişsiniz demektir. Böyle bir müzakerede ancak otoriter iktidara karşı çıkan Kürt hareketi ve onun muhalefet dinamiği otoriter bir lider olan Öcalan üzerinden kontrol altına alınır, bu müzakereler sonucunda da otokratik iktidarın kendi istikbali güvence altına alınarak sorun çözülmüş olur hepsi bu.
Geçmişte Kürt Meselesini Terör meselesi olarak sunanlar nasıl devletin diliyle konuşuyorlar ve meseleyi anlayamıyorlarsa, bugün "Kürt Meselesini, Öcalan'ın tarihsel rolünü anlamıyorsunuz" diyerek meselenin kapalı kapılar ardında halklardan kaçırılarak “çözülmeye” çalışmasına destek verenler de devletin diliyle konuşmaktadırlar. Zira her ne kadar Öcalan Kürt halkı için (biraz da kendi çabaları ile) kültleşmiş bir lider olsa da Kürt Meselesinin sahibi değil. Meseleye sanki sahibi ve asıl Muhatabı Öcalan'mış gibi yaklaşmak süreci devletin koyduğu rotanın içine sıkıştırmaktan başka bir işe yaramaz. Konspiratif ve anti demokratik sürdürülen bir müzakere sürecinden halklar için özgürleşme ya da demokratikleşme çıkmaz. Zaten süreç buna matuf olmadığı için kapalı kapılar ardında ve tek aktörle sürdürülmektedir. Meselenin sahibi Öcalan olmadığı gibi Öcalan metropollerdeki yeni kuşak Kürtler açısından da sanıldığı kadar önemli değildir.
Söz gelimi; devlet meseleyi Öcalan'ı tek muhatap olarak görerek değil de tersine şeffaf ve toplumsal katılımlı süreç olarak yürütürken Öcalan bir hakem, akil insan ya da gözlemci olarak görülseydi toplumsal kabul (meşruiyet) açısından çok daha inandırıcı olabilirdi. Ancak bunlar yapılmadığı gibi hiçbir somut adım atılmıyor, üstelik yarın ne tür adımların atılacağı da belli değil. Belli olan tek şey şu PKK silah bırakacak, Rojava Kürtleri silah bırakıp teslim olacak, Öcalan tek muhatap olacak hepsi bu. İşte bunun için bu süreç kendinden başka kimseyi inandıramıyor. Ben kendi adıma Bırakın Erdoğan'ın, Bahçeli'nin Türkleri ikna etmesini, Öcalan'ın bile ne örgütteki ne de sokaktaki Kürtleri ikna edebildiğini düşünmüyorum.
Sonsöz:
Demokratik bir süreç başlatmak isteyenler başlangıçtan itibaren demokrasinin temel ilkeleri olan şeffaflık, katılım, hesap verebilirlik vb. üzerinden bu süreci yürütürler. Süreci başlatan otoriter iktidar gizli saklı kulislerle, toplumsal katmanları siyasal ve akademik çevreleri, hatta parlamentoyu ve sürece destek veren DEM Partiyi bile dışarıda bırakarak (kaldıki onlar tek muhatap İmralı diyerek çözüm süreci içindeki kendi rollerini taraflar ararsında mesaj taşımaya kadar indirgediler bkz. İmralı heyeti) son derece hiyerarşik biçimde sürdürüp tersine tek muhatap olarak kendi elinde esir bulunan otoriter Kürt lider Öcalan ile müzakere yürütürken bu otoriter siyaset ikliminden demokratik bir sonuç beklemenin kendisi oksimoron değilse nedir?
Bu yüzden muhalif, sol, Kürt vb. çevrelerden süreci eleştirenlere ısrarla "Kürt Meselesinde Öcalan'ın merkezi rolünü anlamıyorlar" diyenler belki de yeni toplumsal dinamikleri ve devletin süreçteki manipülatif rolünü anlayamayanlar ya da anlamak istemeyerek bu manipülasyona alet olanlardır diyerek bu yazıyı bitiriyorum.