Benim dağlarım
Her gün maden karşıtı eylem haberleri düşüyor medyaya. Devlete, düzene, iktidara toz kondurmayan köy ve kasabaların halkı, dağlarımızda maden aranmasını istemiyoruz diyerek maden şirketlerine karşı eylem düzenliyor. Çünkü, maden aramalarında en çok yıkıma uğrayan kırsal arazi, meralar, ormanlar ve dağlardır.

Muhakkak dikkatinizi çekmiştir; memleket baştan başa açık şantiye sahasına döndü. En küçük tepeden yüce dağ eteklerine iş makinelerini salan para ve kar çarkının saldırganlığıyla karşı karşıyayız. Her gün yurdun bir köşesinden maden karşıtı eylem haberleri düşüyor medyaya. Devlete, düzene, iktidara toz kondurmayan köy ve kasabaların halkı, dağlarımızda, köylerimizde maden istemiyoruz diyerek maden şirketlerine karşı protesto eylemleri düzenliyorlar. Çünkü, maden arama tahribatında en çok yıkıma uğrayan kırsal arazi, meralar, ormanlar ve dağlardır.
Dağlar, haritalarda yalnızca rakım ve birer kabartı olarak anılsalar da talan şirketlerinin gözü onları, taşıyla toprağıyla kayasıyla sıcak para ve kar hacmi olarak görür. Oysa bellekte efsanelerle yaşayan bu dağların çoğu gerçekte zaman ve hafızadır. Bu dağlara yerinde bakan göz, yalnızca topoğrafyayı görmez; aynı zamanda bin yıllık göçlerin izini, bir çobanın yalnızlığını, bir pınarın usul usul çağıltısını görür, duyar, hisseder. Belki de bu yüzden, bir dağın kalbine yönelen her kazma darbesi, sadece toprağı değil, adı konmamış bir bütünlüğü yarar. Ve o yarıkta belki cevher bulunur, ama insan kaybolur.
Yazık ki, benim de doğup büyüdüğüm dağlardan kötü haberler geliyor. Benim dağlarımda gün doğarken yamaçlar altın bir renge bürünürdü; baharda kar öbekleri her gün biraz daha yükseklere çekilirken ince bir sis vadilere çökerdi. Pınarlardan doğup çağıldayan suyun sesi taşlara çarpa çarpa büyür, dere dere ovalara inerdi. O topraklarda zaman döngüsü, karın erimesi ve çimenlerin yeşermesiyle sürüp giderdi. İşte bu kadim düzenin ev sahibi, dört ilçenin ortasında birbirine yaslanmış zirvelerden oluşan Bingöl Dağları’dır. Hakkında çok az şey yazılan bu dağ silsilesi yer yer üç bin metreyi aşan doruklara sahip. Sayısız pınar, göze, dere, çay, onlarca buzul ve krater gölün, akarsuyun, Murat ile Aras’ın kaynağı, kurumayan membaıdır.
Bu yüzden hem tarım ve hayvancılık hem de çevresindeki bütün canlıların varlık temeli ve can damarıdır. Özellikle koyun-keçi ve büyükbaş sürülerinin bölgedeki popülasyonunun sebebi; bitki çeşitliliğine sahip büyük otlaklar, temiz su, sessizlik ve uçsuz bucaksız genişliktir. Dağın yüksek rakımlarında Alp çayırları, dağ otlakları, subasar çayırlar alt kotlarda ise seyrek meşe örtüleri sıralanır. Hemen hemen tamamı çıplak görünümlü bu dağlar endemik bitki ve insan türüne ve zengin floraya sahip. Yanlış okumadınız buranın insanı da endemik. Şöyle ki: İnsan da öteki canlılar gibi belli biyosfer koşullarına, bulunduğu ortamın florasına ve biyolojik çeşitliliğine uyum sağlar. Bu biyosfer koşulları yok edildiğinde veya değiştirildiğinde o da kelebekler, kuşlar ve öteki canlılar gibi ya yok olacak ya da alan değiştirecektir. Bir akarsuyun kaynağını kuruttuğunuz zaman o suyla yaşayan bütün canlılar nasıl yok oluyorsa, ortamını değiştirdiğiniz zaman insanın da benzer şekilde tüm kültürel ve tarihsel belleği yok olur; sosyal ve ruhsal davranışları bozulur.
Gerek HES projelerinde gerekse nükleer santral ve öteki doğa yıkım projelerinde genellikle es geçilen ya da daha az değinilen nokta budur. İnsanın, doğrudan etkilenecek doğal ve sosyal atmosferinden ziyade coğrafi dokudaki değişim ve etkileşim üzerinde durulur. Projelere karşı oluşan muhalefet çevreleri endemik bitki ve hayvan türleri hakkında ayrıntılı argümanlara ulaşıp proje sahiplerini veya karar mercilerini bu haklı argümanlarla durdurmaya çalışırlar. Elbette tartışma götürmez argümanlara sahip oldukları için çoğu zaman da başarılı olurlar. Ancak, insanı çevreleyen doğal ve sosyal ilişkilerin, tarihsel kültürel belleğin ve doğayla uyumunun alacağı darbe daima genel ekolojik tahribata yapılan vurgunun gölgesinde kalmakta. Çünkü, çoğunlukla ekolojik dengenin bozumuna yoğunlaşan söylemler doğal ve geleneksel hayat sürdüren insanı endemik tür olarak görmez. Peki, Bingöl dağları çevresinde sıralanan yüzlerce köyün sakini, yüzyıllardır orada süren hayat, sosyal, tarihsel ve kültürel dokusuyla örneğin dünyanın bir başka yerinde var mı, veya aynı koşullarla varolabilir mi? O halde insanıyla, hayvanıyla kısaca bütün doğal koşullarıyla bu hayatın kendisi niçin endemik olmasın ki.
Benim dağlarım yaban hayatı bakımından da zengindir: karaca, yaban keçisi, boz ayı, domuz, kurt, tilki, vaşak, kunduz, sincap, tavşan, envai sürüngen ve kanatlı yırtıcıların bir çok çeşidini barındırır. Kış uzun, sert ve bol karlı geçer. Kar, bazı yıllar Mayıs sonuna dek dağların az güneş gören gövdesinde kalır. Yaz ise kısa, serin ve şaşırtıcı derecede canlıdır. Ancak yarı-mistik bir yalnızlık duygusu her zaman bu çetin coğrafyaya hakim. Belki bu sebeple, yerel halk için dağ yalnızca bir doğal oluşum değil, aynı zamanda bir ruh hali, bir sınır çeperi ve bir koruyucu settir. Zor gününde dağa sığınırsın. Çünkü, ne kadar tenha olursa olsun, asla ‘hali’ değil. Her zaman bir ayak izi, bir göç yolu, bir çoban sesi ya da bir su uğultusu duyarsın. Pek çok anonim türkü, ağıt, şifahi aşiret anlatılarıyla karşımıza çıkan bu dağ, kiminde ulaşılmaz sevgili, kiminde geçit vermeyen engelleyici kader, kiminde de sisler içinde gizli hazinedir. Ve bundandır ki, çağdaş yaşamın, modern madenciliğin iştahını kabartan, onu cezbeden dağın bağrındaki bu gizli hazinedir. Bakalım başına neler gelecek?