6. İlkelciliğin eleştirisine, onun hem felsefi romantizm hem de anarko-primitivizm tarafından paylaşılan en temel varsayımına, yani asil vahşi mitinin özcü yanlışlığına karşı çıkarak başlamak gerekir. Bu kavram, tarihsel veya antropolojik bir gerçeklikten kopuk, romantik bir kurgudur. Bu özcü asil vahşi anlayışına göre, insanın asıl özü iyi, barışçıl, eşitlikçi ve doğayla iç içe olmaktan ibarettir. Tahakküm, hiyerarşi, şiddet ve yabancılaşma doğal değildir, uygarlığın (tarım, mülkiyet, teknoloji vs.) sonradan getirdiği yapay bozulmalardır. Ancak bu mit, arkeolojik ve antropolojik kanıtlarla ciddi bir biçimde çelişmektedir.
Aslına bakacak olursak ilkel yaşam, idealize edildiği gibi bir bolluk toplumu değil, sürekli bir kıtlık riski, son derece yüksek bebek ve çocuk ölüm oranları, (tahminen %50'ye varan) çok düşük yaşam beklentisi (ortalama 30-35 yaş), salgın hastalıklar, yırtıcı hayvan tehdidi ve doğanın acımasız iklim koşullarına karşı mutlak bir kırılganlık haliydi. Lawrence H. Keeley, "Uygarlıktan Önce Savaşlar: Barışçıl Vahşi Miti" adlı çalışmasında, tarih öncesi topluluklara ait iskelet kalıntılarındaki travma izlerini (kırık kafatasları, gömülü ok uçları vb.) ve savunma amaçlı yerleşim yeri kalıntılarını analiz eder. Keeley'nin vardığı sonuç, uygarlık öncesi savaşların, modern savaşlardan daha yaygın, daha kronik ve nüfusa oranla daha ölümcül olduğudur.
Steven Pinker, "Doğamızın İyilik Melekleri: Şiddet Neden Azaldı?" kitabında bu verileri daha da ileri taşır. Pinker, avcı-toplayıcı topluluklardaki şiddet kaynaklı ölüm oranlarının (nüfusun yüzdesi olarak), 20. yüzyılın iki dünya savaşı ve soykırımlarını içeren toplam şiddet oranından bile katbekat yüksek olduğunu istatistiksel olarak ortaya koyar. Anarko-primitivistlerin sıkça referans verdiği bir kavram da Marshall Sahlins'in "Taş Devri Ekonomisi" kitabındaki "orijinal bolluk toplumu" tezidir. Ancak bu tez, ilkelciler tarafından yanlış bir biçimde yorumlanır. Sahlins, avcı-toplayıcıların zengin olduklarını değil, arzuları sınırlı olduğu için yokluk çekmediklerini yazar. Bu geniş bağlamda, anarko-primitivist yaklaşımın düşmüş olduğu en büyük yanlış özcülük yanlışıdır, sabit bir insan özü veya insan doğası olduğunu varsaymaktır.
Bu konuda ilkelci anarşistlere karşı en ciddi eleştirileri yöneltmiş isimlerden birisi, o dönemde kendisi de bir anarşist olan, Murray Bookchin'dir. Bookchin, "Derin Ekolojiye Karşı Toplumsal Ekoloji: Ekoloji Hareketi İçin Bir Meydan Okuma" (Social Ecology versus Deep Ecology: A Challenge For The Ecology Movement) ve "İnsanlığı Yeniden Büyülemek: Anti-Hümanizme, Mizantropiye, Mistisizme ve İlkelciliğe Karşı İnsan Ruhunun Savunusu" gibi metinlerinde, ilkelciliğin "insan doğası iyidir, uygarlık onu bozdu" şeklindeki romantik özcülüğünün, "insan doğası kötüdür, devlet onu dizginler" diyen devletçi özcülükle aynı metafizik hataya düştüğünü savunur. Bookchin'e göre insan doğası statik değil, diyalektiktir, yani toplumsal ve teknolojik koşullarla birlikte sürekli olarak oluşur ve evrilir. İnsanın sorunu özünden kopması değil, akılcı ve özgürlükçü bir toplum kuramamasıdır.
7. Bu noktada, Bookchin'in de bahsettiği, insan doğası üzerindeki diyalektik yaklaşımı açıklamak, anarko-primitivistlerin ve devletçi düşünürlerin düştüğü ortak bir hatadan sıyrılmak gerekiyor. Anarko-primitivistlerin aksine, ilkelciliğe karşı çıkan anarşistlerin de avcı-toplayıcı topluluklara referans vermesinin nedeni, onların doğuştan iyi veya barışçıl (asil vahşi) olmaları değildir. Bu toplulukların grup içinde hiyerarşiyi, tahakkümü ve bireysel güç birikimini aktif olarak bastıran karmaşık sosyal mekanizmalar geliştirmiş olmalarıdır. Antropolog Christopher Boehm'un "Ormandaki Hiyerarşi: Eşitlikçi Davranışın Evrimi" (Hierarchy in The Forest: The Evolution of Egalitarian Behavior) çalışmasında gösterdiği üzere, bu eşitlikçilik, bir ego yokluğundan değil, tam tersine, kibir gösteren, bencillik yapan veya liderlik taslayan bireylerin kolektif tarafından (alay, dışlama, itaatsizlik ve son çare olarak infaz yoluyla) aktif olarak bastırılmasıyla sağlanıyordu. Ancak bu durum grup veya "klan" içi pratiklerde mevcuttu. Klanlar arasında ise ciddi bir mücadele, kavga ve savaş hali vardı.
Peki, bu ikilem neden kaynaklanıyordu? İki ana sebep belirtilebilir; kaynakların (av hayvanı, su, verimli alanlar vb.) kıt ve öngörülemez olması. Bu durum, kıt kaynakların kontrolünü elinde tutmak amacıyla klanların birbirleriyle mücadele etmeleriyle sonuçlanıyordu. Bir diğeri ise, kabilecilik ve güvenlik ikilemi. Yüz yüze tanışıklığa dayalı küçük grupların, yabancı olarak gördükleri diğer gruplara karşı duydukları derin güvensizlik. Bir grubun, diğer grubun niyetinden emin olamadığı için, "onlar bize saldırmadan biz onlara saldıralım" şeklinde özetlenebilecek trajik bir güvenlik ikilemi. Anarko-primitivizm, bu tablonun sadece grup içi eşitlik kısmını romantize ederken, gruplar arası şiddeti ve bu şiddeti doğuran maddi sefaleti (kıtlık, hastalık, düşük yaşam beklentisi vb.) görmezden gelir. Bu yabana dönüş projesi, güvenlik ikilemini ve kıtlığı da geri getirmek demektir, yani hiyerarşisizliği sefaletle birlikte satın almayı önerir. İlkelciliğe karşı duran modern anarşist proje, bu hiyerarşisiz nüveyi alır, onu sefalet ve tahakküm koşullarından kurtarmayı hedefler. Amaçlanan şey, avcı-toplayıcıların grup-içi hiyerarşisizliğini, onların kabilecilik ve kıtlık sınırlamalarından kurtararak, kozmopolit, medeni ve teknolojik olarak gelişmiş bir kıtlık ötesi (post-scarcity) toplumunda yeniden yaratmaktır.
8. Muhafazakar ve eko-faşist ilkelci hezeyanlara gelecek olursak, onların sefaleti çok daha kötücül ve hasar verici sonuçlar doğuracaktır. Muhafazakar ilkelci arzular, en uç noktada, feodalizme veya teokrasiye duyulan bir nostaljiden ibarettir. Feodalizm, özgürlüğü doğuştan gelen bir ayrıcalığa, aristokrasiye, ve toprağa, feodal beye, bağlayarak, nüfusun ezici çoğunluğunu (serfler ve köylüler) toprağa bağlı, efendilerinin mülkü olan ve hiçbir siyasi hakkı ya da toplumsal hareketliliği bulunmayan bir konuma hapsetmiştir. Bu durum, tahakkümün, katı sınıfsal yapının ve otoritenin kurumsallaşmış halidir. Teokrasi ise, aklı ve bireysel vicdanı kutsal veya mutlak olduğu iddia edilen dogmalara tabi kılar. Otoriteyi tanrıdan veya onun yeryüzündeki temsilcileri olan rahip sınıfından aldığı için sorgulanamazdır, özgür düşünceyi günah veya sapkınlık olarak damgalar ve bu çarpık ahlakı devlet zoruyla dayatır. Kısacası ilkelciliğin muhafazakar hezeyanları, insanı feodal beyin, aristokrasinin veya din adamlarının mutlak tahakkümü altına sokmayı amaçlayan gerici bir anlayıştan ibarettir.
../...