Kişisel gelişim: halkın yeni afyonu mu?

Kişisel gelişim, şu ortak fikri barındıran bir dizi söylem ve uygulamadan oluşur: Hepimizin içinde gizli bir potansiyel var ve bunu açığa çıkarmamız gerekiyor; böylece kendimizin daha iyi bir versiyonu olabiliriz. Yöntem fark etmez (meditasyon, koçluk, nefes teknikleri, şamanizm vb.) her zaman aynı şey vaat edilir: her şeyi çözecek ve bizi mutlu edecek içsel bir dönüşüm.

Kişisel gelişim: halkın yeni afyonu mu?

Le Poing dergisinden Elian Barascud’nun, Damien Karbovnik ile röportajı

Elian Barascud

Damien Karbovnik, din sosyolojisi ve çağdaş ezoterizm konusunda uzmanlaşmış bir akademisyendir. Doktora tezini Montpellier’deki Paul-Valéry Üniversitesi’nde tamamladıktan sonra, şu anda Strasbourg Üniversitesi’nde ders vermektedir. Yakın zamanda yayımladığı “Kişisel Gelişim: Halkın Yeni Afyonu mu?” adlı eserinde, hızla yaygınlaşan bu uygulamalar bütününün özellikle iş güvencesizliği ve eşitsizliklerin artışıyla yakından ilişkili olduğunu ileri sürüyor.

Le Poing: Kişisel gelişim, reiki'den koçluğa ve pozitif psikolojiye kadar çok çeşitli uygulamaları kapsıyor gibi görünüyor. O halde kişisel gelişim nasıl tanımlanabilir?

Kişisel gelişim, şu ortak fikri barındıran bir dizi söylem ve uygulamadan oluşur: Hepimizin içinde gizli bir potansiyel var ve bunu açığa çıkarmamız gerekiyor; böylece kendimizin daha iyi bir versiyonu olabiliriz. Yöntem fark etmez (meditasyon, koçluk, nefes teknikleri, şamanizm vb.) her zaman aynı şey vaat edilir: her şeyi çözecek ve bizi mutlu edecek içsel bir dönüşüm.

Le Poing: Sosyolojik olarak, kişisel gelişime kimler başvuruyor, kimler bundan geçimini sağlıyor?

D. K: Kelimenin tam anlamıyla herkes. Okullarda bile, özellikle sofroloji olarak çocuklara uygulanıyor. Kişisel gelişim dünyasına girmeyi tetikleyen şey, sosyal çevreden çok, anlam kaybı hissidir: bir kopuş, yorgunluk, hayatında, işinde veya kendi içinde bir şeylerin ters gittiğini hissetmek.

Bununla birlikte, gözlemlediğimiz şey, sosyal çevreye bağlı olarak uygulamaların farklılık gösterdiğidir: Örneğin, araştırmalar meditasyonun özellikle üst düzey yöneticileri cezbettiğini, ancak astroloji gibi diğer uygulamaların daha evrensel olduğunu göstermektedir. Ayrıca, birçok uygulama belirli bir bütçe gerektirir; mantıken, bu uygulamalara en çok zaman ayıranlar, bunu karşılayabilecek olanlardır -ancak, tüm paralarını bu uygulamalara ayıran, maddi durumu kötü olan kişiler de gördüm.
Bu işten geçimini sağlayanlar -benim 'aracılar' diye adlandırdığım kişiler- açısından ise durum oldukça çarpıcıdır. Bir tarafta, Bourdieu’nün deyimiyle mirasçılar var: ekonomik, kültürel ve sembolik sermayesi yeterli olan ve rahatça kendini “yeniden keşfeden” kişiler; örneğin naturopati ya da koçluğa yönelenler. Diğer tarafta ise, iş veya hayat yüzünden tükenmiş, kopuş yaşamış ve kendini kurtaracağını düşündükleri bir eğitim için son birikimlerini yatıran, ancak çoğu zaman daha da yoksullaşan bireyler var.

Bu büyük uçurum, sistemin tümünü özetliyor: Kişisel gelişim özgürleşme vaadi satıyor ama aşmaya çalıştığı eşitsizlikleri yeniden üretiyor. Bugün piyasada bir doygunluk var: Herkes başkalarına “kendilerini bulmalarında” yardım etmek istiyor ama kimsenin iyi bir müşteri bulma yöntemi yok. Bu yüzden giderek daha çok kişi, “aracıların” daha iyi “aracılar” olabilmesi için eğitimler düzenliyor.

Le Poing: Bu kitap 15 yıllık çalışmanın ürünü, nasıl bir araştırma yaptınız?

D. K: Kişisel gelişime biraz tesadüfen geldim. Esasen 1960-1970’lerin çağdaş ezoterizmini inceliyordum. O dönemin aktörlerinin ve söylemlerinin nasıl evrildiğini takip ederken birçoğunun bugün kişisel gelişim dediğimiz alana kaydığını fark ettim. Böylece, tesadüften çok bir devamlılık içinde bu alana daldım. Çok sayıda katılımcı gözlem yaptım: atölyeler, gruplar, terapistlerin muayenehaneleri, sağlık fuarları... hep açık kimlikle, asla gizli veya sızma şeklinde değil. Kendimi sadece çağdaş ezoterizm biçimleri üzerine çalışan bir sosyolog olarak tanıttım. Sonra çok okudum; bu alanın klasiklerinden en güncel modaya uygun el kitaplarına kadar.

Le Poing: Bu çalışma uzun zaman aldı, yıllarca insanları takip etme imkânınız oldu. Bu, kişisel gelişimin sonsuz bir arayış olduğu anlamına mı geliyor? İnsanlar bundan vazgeçebiliyor mu?

D. K.: Başından beri, tanıştığım kişilerin uzun vadeli tasarıları vardı. Çoğu sıkça “yolda” olduklarını söylüyordu, bu da onları zaman içinde takip etme isteği uyandırdı bende. Pratikte bu her zaman kolay olmadı -iletişim hızla kopuyor, insanlar taşınıyor, hayatlarını değiştiriyor ya da başka şeylere yöneliyor. Yine de, bazılarını yaklaşık on yıl boyunca takip ettim ve 1970’lerden beri bu çevrede olan başkalarıyla tanıştım.

Anlattıkları hikâyelerde beni en çok etkileyen, kişisel gelişimin sabit bir uygulama olarak değil, sürekli bir hareket olarak görülmesi oldu. İnsanlar gelişiyor, yöntem değiştiriyor, yaklaşımını ve “usta”sını değiştiriyor. Altı ay sonra onları başka bir atölyede buluyordum ve “Öncekiler safsataydı” diyorlardı. Bu sürekli gidip gelmeler bitmeyen bir çalışma izlenimi veriyor. Kendini aramak asla tamamen sonuçlanmayan ve sürekli yenilenen bir süreç gibi.

Le Poing: Yani kişisel gelişim “işe yarıyor” diyebilir miyiz?

D. K: İşte en canalıcı soru bu! Eğer soru “bu, insanların daha iyi olmalarını sağlıyor mu?” olsaydı, cevabı evet olurdu. Ama asıl soru bu değil. Daha çok, kişisel gelişimin insanlara tam potansiyellerini kullanmada yardımcı olup olmadığı sorulmalı: Burada cevabım hayır, kimse bunu başaramadı, insanlar hâlâ yolda, yani evet, kişisel gelişim sonsuz bir arayıştır.

Le Poing: Kitabınızda kişisel gelişimin moderniteye eleştirel bir yanıt olarak doğduğunu söylüyorsunuz. Ama sonuçta bu, modernitenin paralel bir biçimi değil mi?

D. K: Yüzyılı aşkın süredir büyük bir efsaneyle yaşıyoruz: modernitenin inancı akılla, dini bilimle değiştirdiği efsanesi. Uzun süre bilimsel ilerlemelerin inançları yok edeceğine inanıldı. Evet, bu fikir Hristiyanlık ya da büyük “tarihi” dinler söz konusu olduğunda bir ölçüde geçerli. Ama ezoterizme bakınca durum değişiyor. Ezoterizm hiç yok olmadı, tam tersine modernite ilerledikçe büyüyor. Sekülerleşme kiliseyi geriletti ama diğer inanç biçimleri için başka alanlar açtı. Bugün ise sosyal medya sayesinde bu evrenin küresel bir vitrini var. Bu yüzden Max Weber’in bahsettiği “dünyanın büyüsünün bozulması” ifadesi dikkatle ele alınmalı. Bilim bazı sorulara yanıt verdi, evet, ama anlam arayışımızı hiç ortadan kaldırmadı. Bu boşluğu başka anlatılar doldurdu: ezoterizm ve kişisel gelişim.

Kişisel gelişim, tam da bu nedenle, yeni bir büyük hikaye, varlığımıza yeniden anlam kazandıran ve dünya düzenini meşrulaştıran bir meta-anlatı işlevi görüyor. Yüzyıllarca bu işlevi din -özellikle Hristiyanlık- görüyordu; sonra bilim devreye girdi ama insanların mutluluğunu tam karşılamadığı anlaşıldı. Böylece, hayatımıza biraz uyum getirmesi beklenen psikoloji, doğa ve maneviyatın bir karışımı olan yeni anlatılar ortaya çıktı. Uygulamaların çeşitliliğinin ardında, her zaman aynı fikirler yatmaktadır: kurumların reddi, doğanın ve bireyin kutsallaştırılması.

Kişisel gelişim, dinin toplumsal işlevini üstleniyor; bu yüzden kitabımın başlığında Marx’ın “halkın afyonu” ifadesini kullandım. Afyon, çok hoş bir uyuşturucu, yaşamı kolaylaştırıyor, tıpkı kişisel gelişim gibi: etkisi altındayken “mutsuzum ama sorun değil, kendim üzerinde çalışacağım, düzeleceğim, kurtulacağım” diyorsun. Bu, dinin dediğiyle paralel: “Tanrı’ya dua et, her şey yoluna girecek.” Afyon diyorum, çünkü kişisel gelişimde dünyayı değiştirmeyi gerçekten düşünmüyorsun, çünkü her şey bireylerin öznel deneyimleri üzerine kurulmuş.

Le Poing: Kişisel gelişimde öznel deneyimlerin (kişinin kendi iç dünyasının) çok önemli olduğunu söylüyorsunuz. Ama kitabınızda, bu alandaki bazı kişilerin özellikle "farkındalık meditasyonu" gibi uygulamalara bilimsel bir nitelik kazandırmak istediklerinden bahsediyorsunuz. Yani bu durumda, bilimin kişisel deneyimi yeniden nesnel hale getirme (bilimsel olarak açıklama) çabası mı var?

D. K.: Kişisel gelişimin temel sorunu her şeyin subjektif (öznel) olmasıdır. Beni mutlu eden şey seni mutlu etmeyebilir, ve bunun tersi de geçerlidir. Ancak günümüzde mutluluk neredeyse bir ahlaki zorunluluk haline geliyor; sosyolog Eva Illouz’un Happycratie adlı eserinde çok iyi gösterdiği gibi. Bize daha iyi olmamız için yöntemler, tarifler sunuluyor, ama bunların işe yarayacağını nasıl garanti edebiliriz?

Kişisel gelişimin paradokslarından biri budur: Bilimi eleştirirken, aynı zamanda insanlığın subjektifliği aşmak için bulduğu tek şey de bilimdir. Ancak burada çok soyut bir şeyi -mutluluğu, esenliği, iç huzurunu- bilimsel hale getirmeye çalışıyoruz. Bunu nasıl ölçebiliriz? MR ile mi? Anketle mi? Kişisel gelişimin diğer paradoksu da; özü itibarıyla belki de kesinlikleri mümkün olmayan bir alanda kesinlik aramasıdır. Bu yaklaşımın sonucu da korkunç bir kaygıdır. Çünkü eğer iyi hissetmiyorsam, “kendim üzerinde gerektiği gibi çalışmadım” anlamına gelir.

Le Poing: Bizim sayfalarımızda, bu uygulamalar ve söylemlerin kamu kurumlarına, özellikle Paul-Valéry Üniversitesi’nin meşhur “Kapasite ve Titreşim Liderliğinin Kuantumu” yüksek lisans programı gibi fakültelere girişi hakkında çokça yazıldı. Ya da Hérault Bölgesi’nin, tarım arazilerini yeniden işlemek için antropozofik bir kavram olan biyodinamik kullanımını önerdiği durum gibi... Bu entrizmi nasıl açıklayabiliriz?

D. K.: Kişisel gelişimi bu kadar güçlü kılan şey, hikaye anlatma yeteneğidir. Kişisel gelişim, hayatlarımızı bir hikayeye dönüştürür ve anlamını yitirmiş olan yerlere yeniden anlam kazandırır. Sabah neden kalktığını bile bilmeyen pek çok kişinin olduğu bir dünyada, bu hikâyeler güven verici bir çerçeve sunar. Mesela biyodinamiği alın: Orada tarımın kozmosa bağlı olduğu, ekimlerin ay döngüleri tarafından yönlendirildiği söylenir… bütün bunlar giderek daha kaotik görünen ve özellikle birkaç on yıldır kriz içinde olan dünyada bir düzen duygusu, sembolik bir tutarlılık yaratır.

Üniversitede de durum aynı. Kurumsal düzeyde derin bir rahatsızlık var: anlam kaybı, aşırı iş yükü, yetersiz finansman. Bu uygulamalar bir çıkış yolu, hatta bazen mesleğiyle barışmanın bir yolu olarak görülebilir. Bazı öğretmenler bu uygulamalara içtenlikle katılırken, diğerleri bunu daha pragmatik bir fırsat olarak görür: “kuantum” veya “titreşimsel” bir diploma oluşturmak, sadece gerçekten sevdiğiniz şeyi öğretme imkanı sağlamakla kalmaz, aynı zamanda fazla mesai yapma imkanı da sunar.

Eğer üniversiteler -özellikle de beşeri bilim bölümleri- yeterince iyi finanse edilip düzgün şekilde yönetilseydi, bu tür eğitimler (kişisel gelişim kursları vb.) muhtemelen bu kadar yaygın olmazdı. Üstelik bu durum sadece üniversitelerle sınırlı değil. Sağlık sisteminde de benzer bir şey görülüyor: Sağlık hizmetlerinin insan odaklı olmaktan çıkması, bazı hastaları alternatif tıpa yöneltiyor. Birçok kişi bana şunu söylüyor: “Naturopatım (doğal tedavi uzmanım) beni dinliyor ama aile doktorum dinlemiyor.” Yani kısacası, bu tür uygulamalar kamu hizmetlerindeki boşluklardan faydalanıyor: Kurumların geri çekildiği yerlerde, kişisel gelişim ve alternatif uygulamalar o boşluğu dolduruyor.

Le Poing: Ayrıca militan çevrelerde, özellikle ekoloji alanındaki belirli kesimlerde, Budizm'den esinlenen bir ritüel olan “bağlantı kuran çalışma” gibi uygulamalar veya bazı militan derneklerde “bilinçli militanlık” atölyeleri de ortaya çıkmaktadır. Normalde kolektif eyleme adanmış alanlarda kişisel gelişimin ortaya çıkması bir paradoks değil midir?

D. K: Aslında o kadar da paradoksal değil. Kişisel gelişim, her şeyin elimizden kayıp gittiği bir dünyada hayatımızı yeniden kontrol altına alma izlenimi verir. Siyasi güçsüzlük hissi karşısında -2005 referandumunda “hayır” oyunun görmezden gelinmesini düşünmek yeterlidir- pek çok kişi “dünyayı değiştiremiyorsak, en azından kendimizi değiştirmeye çalışalım” dedi. Bu, kolektif bir vazgeçiş pahasına kontrolü yeniden kazanmaktır.
“Biz”den “ben”e doğru bu geçiş çok güncel bir şeyi olguyu yansıtıyor: dünyanın dönüşümünün kendini dönüştürmekten geçtiğine dair inanç. Görüşmelerimde sık sık bu mantığı gördüm. Mesela biri bana şöyle demişti: “Çalıştığım şirket kötü durumdaydı, büyük baskı altındaydım ama reiki ustam bırakmam gerektiğini, enerjimi toksik bir sisteme vermemem gerektiğini söyledi.” Teşhis açıkça doğru -bariz bir sosyal rahatsızlık var- ama yanıt yanlış yere odaklanmış: sebebi sorgulamak yerine semptom tedavi ediliyor.
Bir de başka bir çelişki var: Kişisel gelişim kendini bireysel bir yolculuk gibi sunuyor ama aslında faydacı bir toplumsal boyutu da var. İnsanlar, başkalarını kendi içsel gelişim süreçlerinde birer “ayna” gibi kullanmaları gerektiğine inanıyor -yani başkalarını kullanarak kendini geliştirme fikri var. Ve bu anlayışın altında şu inanç yatıyor: eğer herkes “kendinin daha iyi bir versiyonu” haline gelirse, dünya da zamanla daha iyi bir yer olur. Bu, bireyci bir ütopya biçimi -ki aslında bazı kendini öncü sayan aktivist çevrelerle de oldukça uyumlu. Artık sistemi değiştiremiyoruz; onun yerine, kendimizi onun dışına çıkarıyoruz.

Le Poing: Sizce, kişisel gelişimin etkisine karşı koymak için hangi kolektif politik yanıtlar verilmelidir?

D. K: Ortak bir şeyleri yeniden yaratmak gerekiyor. Kişisel gelişim, kolektif yapıların çöküşünün yarattığı boşlukta gelişiyor; bu yüzden yanıt bireysel olamaz. İnsanlara, kendilerinden daha büyük bir şeye ait olma hissini yeniden vermek gerekir; bu bir topluluk, bir proje ya da ortak bir ufuk olabilir. Bu elbette okuldan geçer: refah tüketicileri değil, vatandaş yetiştirmek. Ve aynı zamanda, tam da bu ortaklığı temsil eden güçlü kamu hizmetleriyle.

Le Poing: Kişisel gelişim sapmalara yol açabilir. Bunlar nelerdir, nasıl fark edilir?

D. K: Evet, elbette, ama ölçüyü kaçırmamak lazım. Sapmalar var, ama azınlıkta kalıyorlar. Çoğu insan sonuç bekler ve işe yaramayınca gider. Doğal bir tür özdenetim var. Uygulayıcılar birbirlerini de çok eleştirir, bu da oldukça eğlenceli gözlemler sunar. Gerçek riskler, güven ilişkisi çok güçlendiğinde başlar. Kişisel gelişimin “işlemesi” için paylaşılan bir hayal dünyası, ortak bir dil gerekir… Ve bu bağ kendi içine kapandığında hızla bağımlılığa dönüşebilir. Birinin tüm parasını buna harcaması ya da çevresinden tamamen izole olması gibi durumlar, gördüğümüz budur.

Ama işler o kadar basit değil. Bir keresinde, bir arabulucunun bir kişiye, “toksik” bulduğu ailesiyle bağlarını koparmasını tavsiye ettiğini gördüm. Başta bu, açık bir uyarı işareti gibi geldi… ta ki o kişinin aile içinde istismara uğradığını öğrenene kadar. Arabulucunun bu kadar müdahale etmesi doğru muydu? Tartışılır. Ama niyeti zarar vermek değil, korumaktı. Sorunun özü bu: her şey öznel. İçten yardım ile zararlı etki arasındaki sınır çoğunlukla ince ve yöntemlerden çok, insan ilişkisine bağlı.

Çeviri: Admin

Kaynak: https://www.infolibertaire.net/le-developpement-personnel-ce-renoncement-a-changer-le-monde-entretien-avec-damien-karbovnik/