Oydaşma (konsensüs)>çoğunluğa karşı!

Besim ERARSLAN
GİRİŞ
Küresel ölçekte bakınca gerek batılı demokrasilerde gerekse demokratından, muhafazakârına, otoriterinden diktatörüne kadar bütün siyasal liderlerin ağızlarından düşürmedikleri ve kendilerine meşruiyet sağladığına inandıkları bir kavram var ve bu kadar çok dillere pelesenk edilmesine karşın neredeyse hiç tartışılmayan bu kavramı yani “çoğunluk”u tartışmak istiyorum. Tartışmaya buradan başlayınca daha doğru bir yere varmak mümkün olabilecek.
ÇOĞUNLUK NEDİR?
Çoğunluk kavramının kalabalık bir halde birlikte ve bir takım kurallar dahilinde yaşamak durumunda bulunan (yani toplumlaşmış) insan topluluklarının geleceği ile ilgili kararların alınması esnasında herkesin her konuda hemfikir olamayacağından hareketle kararlar almayı ve bunu oylama üstünden yaparak alınan kararları herkes tarafından kabul edilecek bir meşruiyete büründürmek amacıyla kullanıldığını biliyoruz. Özellikle de antik yunandan bu yana devlet işlerinde kararların alınması ve demokrasinin meşruiyet temelini oluşturması için çoğunluk kavramından söz edilmeye başlanmıştır. Çoğunluk esas olarak eşit yurttaşların toplumun geleceğini ilgilendiren kararların alınması esnasında herkesin ortak görüşte olmasını sağlamak ya da farklı görüşte olan yurttaşların birbirini ikna edinceye kadar geçen süreyi sonu gelmez tartışmalar ile yitirmemek amacıyla çabuk ve herkesçe benimsenen kararlar alabilmeyi mümkün kılmak, yönetsel devamlılığı sağlayabilmek amacıyla ortaya atılmış bir kavramdır. Büyük Fransız Devrimi ile antik yunandan bayrağı devralan siyasal liberalizm J.J. Rousseau’nun ağzından “Genel İrade” olarak kavramlaştırdığı çoğunlukçuluk Türkiye’de iktidarların popüler tabiriyle “Milli İrade” olarak telaffuz edilir olmuştur.
Çoğunluk Marx’ta siyasal liberalizmdekinden farklı bir boyutta ele alınır. Marx liberaller gibi toplumun çoğunluğunun kararlarının temsili demokrasi koşullarında özgürce zuhur edebileceğine inanmaz. Devlet tarafsız bir kurum olmadığı için toplumsal sözleşmeler hep ona karşı yapılmak durumunda kalmış ve çoğunluğun kararlarının meşruiyeti ancak ezilenlerin sermayenin egemenliği karşısındaki yaptırım gücü nispetinde meşruiyet kazanmıştır. Marx’a göre en meşru çoğunluk proletaryanın ve onun müttefiklerinin çoğunluğudur. Proletarya ise kendi örgütlü dünyasında salt çoğunluktan çok temsili çoğunluktan hareketle meşruiyet üretmek durumundadır.
Yalnız önemli bir ayrıntı olarak şunu belirtmek gerekir ki; çoğunlukçuluk ile çoğulculuk’u birbirinden ayırmak gerekir. Çoğunlukçuluk daha çok popülist otoriter ve de faşizan bir söyleme denk düşerken çoğulculuk daha çok liberal ve demokratik söylemlere denk düşer.
Oysa ister “çoğunluk” isterse de “çoğulluk” olsun sonuçta her ikisi de karar alma metodolojiside (biçimsel olarak farklı gibi görünse de) benzer oylama yöntemlerini kullanırlar ve ne biçimde olursa sonuçta yapılan oylama siyasal iktidarın onaylanması anlamına gelir. Burada karar alıp sonuca gitmek amaç olduğundan bireylerin karar alma sürecine katılımının biçimi çok önemli değildir. Bu katılım (temsili yada plebisiter olabilir) araçsallaştırıldığından önyargı olarak soyut “toplumsal çıkarlar” esas, somut olarak bireyler ise ikincildir. Yani başka bir deyişle bu süreçler bireyin evcilleştirildiği bireylerin bireysel iktidarlarından toplumsal siyasal iktidar namına vazgeçişlerinin kutsandığı “birleştirici” olma adına “dışlayıcı” olan metodolojilerdir. Her ikisinde de amaç nihai karara vararak toplumsal düzenin sağlanması siyasal iktidarın onaylanması olduğu için toplumu oluşturan bireylerin doğrudan katılımı sadece temsilidir ve semboliktir. Yani bireylerin karar alma süreçlerine doğrudan katılıp katılmamış olmaları onların sorunlarıdır, amaç kararın alınmasıdır ve birey katılmış ya da katılmamış olsa da katılmış gibi yapmışsa bile katıldığı varsayılır bireylerin duyguları ve kişisel itirazları üstünde “yüksek toplumsal çıkarlar” adına durulmaz. Bir dizi kararlar alınarak toplumsal düzen tesis edilir ve herkes bu kararlara katılmış gibi var sayılarak siyasal iktidar kamusal alanda tescil edilir.
Çoğunlukçu plebisiter cumhuriyetlerde ya da çoğulcu demokrasilerde temsilin tonlamaları farklı olmakla birlikte sistem bireyi seçmen olarak tanımlayarak kendi yaşamını doğrudan ilgilendiren kararlara doğrudan katılımını engeller ve onu yönetme eylemine yabancılaştırır. Artık yönetme işi temsilcilere (profesyonel politikacılara) bırakılır onlar da kendi programlarını ilan ederek bunun için insanlardan temsil yetkisi isterler.
Oysa her kim kime yetki verirse versin sonuçta alınan kararlar yetki verenlerin kararları değil yetkilendirdiklerinin kararlarıdır. Yani yetkilendirenin yetkisini devrettiği noktada “temsil sorunu” başlar, temsil sorunu aynı zamanda yabancılaşma demektir. Bu yabancılaşmayı kendine özgü cümlelerle en güzel Max Stirner anlatır;
“Herkes” diye adlandırdığınız kimdir? -“Toplum”-dur! -Peki, bu bedensel biri midir? – Onun bedeni Biziz! -Siz mi? Ama Siz de bir beden değilsiniz ki! -Gerçi Sen bedeni olan birisin, bedensin, Sen de, Sen de, ama Hepiniz bir arada sadece birçok bedensiniz, bir beden değil. Demek ki birleşik haldeki toplumun hizmetinde bedenler vardır, ama kendilerine ait bir bedeni yoktur. O halde tıpkı politikacıların “ulusu” u gibi, o da “tin”den başka bir şey değildir, onun bedeni sadece surettir. (Max Stirner, Biricik ve Mülkiyeti, Kaos Yayınları, 2013)
Aynı durumu farklı bir ifade ile Arjantinli düşünür Ernesto Laclau şöyle tarif eder;
“Toplumsal, yalnızca farklılığın sonsuz oyunu değildir; aynı zamanda bu oyunu sınırlamak, sonsuzluğu evcilleştirmek, bir düzenin sınırları içinde kucaklamaktır. Ancak bu düzen — ya da yapı — artık toplumsalın altında yatan bir öz biçimini almaz. Daha çok, toplumsalla başetmek, onu hegemonya altına almak için girişilen, tanımı gereği istikrarsız ve kararsız bir çabadır.” (Ernesto Laclau, Toplumun İmkanszılığı.)
Yani “toplum” toplumsallık tarafından kurulmaya çalışılan sonsuz bir bütünsellik çabasıdır ve bu bütünsellik toplumsallığı oluşturan bireylerin kaotikliği yüzünden öngörülemez ve bir bakıma asla da vazgeçilmeyen imkansız bir “çaba” olarak kalmaya mahkumdur.
Yani, kutsallaşma üzerinden toplumsal bütünsellik tasavvuru yaratamayan bir toplum bireyin yaratıcı enerjisine ya da yıpratıcı muhalefetine muhatap olmaktan kaçınamaz.
Yani, ulusal birlik, ulusal bayrak, sınırlar, yurttaşlık vb. soyut kavramlar asla olmayan ama hep olması istenen bütünlük tasavvuruna sembolik birer göndermelerdir.
Yani, toplum bir tabu olarak bireylerin kişisel düşmanlıklarına izin verir ve bunları tehlikesiz faaliyetler kapsamında ele alırken toplum düşmanlarına asla aman vermez. “Halk düşmanı”, “toplum düşmanı vatan haini gibi kavramlarla kendi varlığını kutsallaştırır.”
Bireyin gündelik yaşamda doğrudan ve somut ele alınışı dışında bireyi sadece toplumsal dokuyu oluşturan asal bir figür olarak işin içine katma yönündeki her türlü soyutlama çabası yabancılaşmayı arttırmaktan bireyi ağır toplumsal yükler altında ezmekten başka bir işe yaramaz.
DOĞRUDAN DEMOKRASİ VE ÇOĞUNLUK
Yukarıda söylediklerimi toparlayacak olursak toplumu oluşturan tek tek bireylerin doğrudan hayatlarını ilgilendiren kararların yabancılaşmadan bireylerin doğrudan katılımıyla alınabilmesi için temsilin ve siyasal iktidarın bireyden çoğunluğa devrini sağlayan toplumsal mekanizmaların ortadan kaldırılması gerekir. Peki böyle bir şey hayal midir? Bu nasıl mümkün olabilir?
Evet! Bu pekala mümkündür ve bunun tarihte pek çok örneği de vardır.
Söz gelimi 1871 Paris komünü, söz gelimi 1968 Fransa, söz gelimi 2013 Gezi Parkı eylemleri bunun pekala mümkün olduğunu bizlere göstermiştir. Ancak bu konuya giriş yapmadan önce çoğunluk kavramına tekrar dönmek gerekiyor.
Şimdi değişik bir şey yapalım ve çoğunluk kavramını bizlere sunulduğu biçimiyle pozitif önyargıyla ele almak yerine negatif ve yıkıcı bir önyargıyla ele alalım, işin içinde bit yeniği arayalım. Böyle yapacak olursak, büyülü bir kelime olan “çoğunluk”un aslında mevcut iktidarlara meşruiyet üretmekten başka bir işlevi olmadığını görmemiz hiç de zor olmayacaktır. Başka bir deyişle çoğunluk toplumsal bütünlük içinde niceliksel değil teklerin oluşturduğu bir nitelik olarak kurgulandığı için gerçekte bu niteliğin içinde yer alan ve gündelik hayatta görünür olan memnuniyetsizlerin, dışlanmışların varlığını yok saymak bu yok saymayı rasyonel ve haklı kılmak zorundadır. İşte çoğunluk tam da bu amaçla üretilmiş bir kavramdan başka bir şey değildir. Yani “çoğunluk”un bize söylediği şudur; “siz dışlanmış, dikkate alınmamış olabilirsiniz, ancak bunun nedeni sadece sizin azınlık olmanızdır. Zira demokratik toplumlarda herkesi memnun edemezsiniz. Kararlar alarak toplumsal sorunları çözmek istiyorsanız temsil ve oylama yoluyla yolunuza devam etmek, toplumsal devinimin önünü açmak zorundasınız. Bu bazen birilerinin canının yanmasına, bazen birilerinin daha fazla zenginleşmesine ve toplumsal çatışma ya da savaşlara neden olabilir, ancak çoğunluk bu kararları onaylamışsa bu kararlar kutsaldır geri dönülmezdir.”
Artık mevzuya girebiliriz. Şöyle ki; buraya kadar anlattıklarımızdan da görüldüğü gibi çoğunluk kavramının tescil edilmesi temsili bir oylamaya havale edilmiştir. Tartışmalar oylama yapılıncaya kadar belirlenmiş bir zaman dilimi içinde yapılır, oylama yapıldıktan sonra da tartışma biter ya da hukuken bitmiş olur. Oysa hiçbir oylama hiçbir tartışmayı bitirmez hiçbir birey çıkarlarına, aklına, duygularına, hayat tarzına ters gelen bir kararı sırf çoğunluk onayladı diye savunmaktan vazgeçmez, aksine ikna olmaz. Bu yüzden tam da burada çoğunlukçuluğun merkeziyetçi yani çoğunluk adına azınlığı dışlayıcı karakteri ortaya çıkar. Çoğunluk adına kararlar alındıkça her alınan kararın ertesinde o karara katılmayan memnuniyetsizler, fikri dikkate alınmamış, sözü yeterince dinlenmemiş dışlanmışlar ortaya çıkar. Bu dışlanmışların dışlanmışlıkları arttıkça moral, motivasyon ve aidiyet kaybı başlar, bireyler giderek çoğunlukçu sisteme yabancılaşmaya başlar. Bir süre sonra toplumsal dışlanmışlıklar birikerek toplumsal tabanda kaynamaya toplumsal bir çatışmanın tohumlarını oluşturmaya başlar.
Şimdi itirazları duyar gibiyim “ancak çoğunluğun çıkarları her zaman azınlığın çıkarları üstündedir”. İlk bakışta öyle gibi görünse de çoğunluk adına alınan kararların dışlanmışlıklar üstünden kurulması her alınan karar sonrası yeni bir dışlanmışlar kütlesinin oluşumuna neden olacaktır. Gündelik hayatta sayısız kararların alındığı bir toplumsal süreçte bir karar sürecinde çoğunluğun içinde yer alan bir bireyin başka bir karar sürecinde azınlığın yanında yer alması pekalâ mümkündür. Eğer bir birey istikrarlı olarak sürekli çoğunluk içinde yer alıyorsa bu onun sayısal çoğunluğu oluşan kişilerle ortak çıkar birliği içinde olduğu, çoğunluk içinde yer almayı alışkanlık haline getirdiği, aldığı kararların orada tartışılan konunun pozisyonuna göre değil kendi kişisel çıkarlarına uygun olan maddi ve psikolojik pozisyona göre belirlendiği, oluşmuş olan bir statükodan beslendiği açıkça siyasal iktidardan nemalandığı anlamına gelir. Oysa temsili ya da doğrudan demokrasi etik olarak eşitler arasında söz konusu olabilecek bir şeydir. Doğrudan demokrasi’nin en büyük özelliği siyasal iktidar üreten süreçlerin (siyasal iktidarın yoğunlaşmasının) önünü keserek bireylerin özerkliğinin güçlendirilmesi siyasal ve duygusal yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasıdır. Hindistanlı bilge Krishnamurti “sözümüzü söylerken dışlayarak değil kapsayarak konuşmamız gerektiğini söyler, aksi takdirde kimse sizi dinlemez” der.
Doğrudan demokratik meclislerde eşitler arasında dışlanmayı, hizipleşmeyi memnuniyetsizlerin ortaya çıkmasını engellemek, moral motivasyonu canlı tutmak ve topluluk üyelerinin yaratıcı enerjisini tüketmeden yapıcı yollara yönlendirmek istiyorsak karar alma süreçlerinde dışlayıcı temsili sistemlere ya da çoğunlukçu oylamaya değil herkesi karar alma sürecine katan konsensüs yani oydaşma yönetimine başvurmaktır.
Bu şekilde alınan kararlar çoğunluğun değil tüm bireylerin ortak kararı haline gelecek hayata geçişi de o ölçüde coşkulu olacaktır.
Şimdi bu konuyu biraz mevcut gündeme taşıyarak derinlemesine tartışalım.
YATAY ÖRGÜTLENME NEDİR?
Yaşadığımız referandum süreci ile ilgili olarak yaratıcı bir dizi pratik öneri geliştiren çabalarını saygıyla karşıladığım Demir Küçükaydın karar alma süreçleri ve “yatay örgütlenmeler” üstüne pratik birçok öneri sunduktan sonra getirip konuyu çoğunlukçuluğa ve seri hareket edebilmek için oylamanın zorunluluğuna bağlar. Böylece kendi zihin haritasında acımasızca eleştiriye tabi tuttuğu örgüt denen insansız ve inorganik mekanizmayı aslında onu oluşturan bireylerin üstünde gördüğünü bir kez daha göstermiş olur.
“Ancak politik bir mücadele ve örgütlenmede, gerçek günlük hayatta kararlar ve sonuçlar, bilimsel bir sempozyum veya kongrede olduğu biçimde, zamana, kendiliğinden oluşacak bir kabule bırakılamaz. Bir şekilde oylama yapılıp bir karar alınması gerekir. Karar için de bir karar mekanizması, yani kuralları belirlenmiş biçimler gerekir. Örgüt biçimdir. Çoğunluğun bir kararı benimsemesi, hatta oy birliği ile alması o kararın en doğru karar olduğu anlamına da gelmez. Demokrasi hiçbir zaman kararların doğru olacağının garantisi anlamına gelmez. O sadece bu kararların eşit şartlarda yarışarak çoğunluğu kazandığı ve başka bir görüşün de aynı şekilde onun yerine geçebileceği anlamına gelir.”
“Bu nedenle en az hatalı kararları alabilmek; ya da alınmış hatalı kararları en seri şekilde en az zararla değiştirebilmek için mekanizmaların kurulması ve belirlenmesi bir örgütün tüzüğünün; çalışma prensiplerinin esasını oluşturmalıdır.
Bu nedenle, bir kararın alınması ve öncesinde, farklı görüşlerin, sadece hukuken değil, fiilen de eşit koşullarda, en küçük bir kısıtlamaya tabi olmadan, tüm katılımcılara iletilme, anlatılabilme ve onları kazanabilme olanakları olması gerekir.”
“Politik bir örgütlenmede ve toplantıda amaç, bilimsel bir toplantıdan farklı olarak, çoğunluğu kazanmaktır.
Çoğunluğu kazanmanın, fiili eşitsizlikler, manüplasyonlar ve başka mekanizmalarla gerçekleşmemesi; farklı öneriler hakkında onların gerçekten içerikleri dolayısıyla karar verilebilmesi için, hem farklı görüşlerin eşit koşullarda yarışması; hem de karar verecek olanların başka güçlerin baskısı altında hareket etmemeleri hayati önemdedir.
Bu nedenle, bu güçlerin (örneğin bir yöneticinin yetkilerinin ve olanaklarının) kararı etkileyememesi için, sadece hukuki bir eşitlik değil; aynı zamanda olanakların kullanılmasında fiili bir eşitlik de gerekir.”
“Her toplantı, her forum, somut bir karara varabilmek için bir kongre gibi çalışmalıdır. Farklı görüşler arasında biçimsel ve fiili bir eşitlik konusunda çok hassas olmalıdır.
Bunun için de temel bir koşul vardır. Herhangi bir meclisteki veya girişimdeki bir tek katılımcının bile tüm meclis ve girişimlerdeki üyelere görüşlerini iletebilme, onları kazanabilmek için biçimsel ve fiili hakları. Yani bunların araçlarının da olması.
Ama bunlar da iki ön koşulu gerektirir. Yatay ilişki ve Oylama.” (Demirden Kapılar, #HAYIR Girişimlerinin Örgütlenme Sorunları – Bilimsel ve Politik Tartışma ve Karar Almanın Farklı Özleri ve Yapıları, 6 Şubat Pazartesi)
Bu kadar uzun alıntı yapmak zorunda kaldığım için okurdan özür dilemek istiyorum ancak gerek konunun önemi açısından gerekse bu yazının kapsamının kısa bir “oku geç” yazısının ötesinde olması hasebiyle hem de örgütsel karar alma süreçlerinin merkeziyetçi/çoğunlukçu yapılarının bu topraklarda sol toplumsal/siyasal hareketlerin marjinalleşmesinin en temel nedenlerinden biri olması yüzünden bunu yapmak zorunda kaldım.
Demir Küçükaydın demokratik meclislerde alınacak kararların bilimsel toplantılardan farklı olması gerektiğini eyleme geçebilmek ve yol alabilmek için kendiliğinden oluşacak bir kabulün beklenemeyeceğini bu yüzden de sonunda mutlaka oylamaya geçilmesi gerektiğini söylüyor. Çünkü örgüt bir biçimdir ve bu aynı zamanda örgütün karar alma mekanizmaları, kurallar ve tüzüklerden oluştuğu anlamına gelir. Demek ki yatay da olsa Demir Küçükaydın’ın zihninde o çok eleştirdiği kurallar, tüzükler ve karar alma mekanizmalarından oluşan çoğunluğun desteğini kazanmak için azınlığı dışlayan merkeziyetçi bürokratik bir örgütlenme var. Bunu abartılı bir iddia olarak söylediğimi düşünenler olabilir ancak neden böyle olduğunu açıklamama izin verin.
ÖRGÜT MÜ, ÖRGÜTLÜ MÜCADELE Mİ?
Öncelikle örgüt denen şeyin kendisi bir yabancılaşmadır. Örgüt cismen kurulduğu andan itibaren örgütü oluşturan bireylerle anılan organik bir mekanizma olmaktan çıkar. Örgüt bir nicelik değil niteliktir. Bireyler de birer niteliktirler ancak bir örgüt çatışı altında üyeler olarak bir araya geldikleri andan itibaren üyelerden oluşan bir niteliğe yani örgütün nicel kapasitesine dönüşürler. Bireylerin anılması artık özgün kişiler olarak değil örgüt çatısı altındaki üyeler olarak yapılacak, bireylerin ontolojik varlıkları örgütün ontolojik varlığı içinde eriyecek üyeler örgütün birer dişlisi haline dönüşeceklerdir. Üyelerin varlığı örgütün varlığı karşısında ikincildir. Örgüt üyelerin birliğini (niteliğini) temsil ettiği için üyelerin üstündedir. Bir üyenin örgütten ayrılması bir şey ifade etmez, bir çok üyenin topluca örgütten ayrılması ise örgütün bölünmesi anlamına gelir, ancak bütün üyelerin topluca örgütü terk etmesi ise örgütün bitmesi anlamına gelir. Peki tam da bu noktada soruyu yeniden sorarak akıl yürütelim; bütün üyelerin örgütten topluca ayrılması mümkün müdür? Örgüt zaten üyelerden oluşmuyor mu? Üyeler isterse örgütün politikasını, kararlarını değiştiremezler mi? Rasyonel olarak tabi ki bu mümkün hatta sorunun kendisi saçma bile bulunabilir ancak siyasal ve sosyal mücadeleler tarihinde ve kendi pratiklerimizde maalesef buna benzer bir çok örneği sayısız kez yaşadığımız olmuştur. Çünkü örgüt denen yapılar genellikle hiyerarşik olduğu için örgütü yöneten elit kadro örgütsel iktidarını sıradan üyelerle asla paylaşmaya yanaşmayacağı için katı hiyerarşik ve bürokratik yapının arkasına saklanarak uzun yıllarca kendi iktidarlarını görünmez kılarlar. Örgütü oluşturan üyelerin neredeyse tamamına yakını örgütü terk ettiği halde örgütün adını, kurumsal kimliğini ve sembollerini yıllarca terk etmemekte inat eden nice “önder yoldaş”, “doğal lider” ve “ağır abi” vb. biliriz. Örgütsel varlığın, örgütsel sembollerin yüceltildiği bütün yapılarda katı hiyerarşik/bürokratik bir yapı söz konusudur. Bu topraklarda “örgüte ya da önderliğe laf ettiği” için örgüt kararıyla “cezalandırılan” katledilen insanlara, yol arkadaşlarına ve yoldaşlara ait sayısız örnek bulunmaktadır.
Peki örgütler böyle acımasız hiyerarşik/bürokratik yapılar ise ne yapacağız, örgütsüz mü mücadele edeceğiz? Soru budur. Soruyu bu biçimde sorarak örgütlü mücadele ile örgütsel mücadele arasındaki ayrım üstüne düşünmeye başlayabiliriz artık. İnsanların bir araya gelerek örgütlenmesi sorunların üstünden elbirliği ile (organize) gelmek istemesi kadar doğal bir şey yoktur. Ancak örgüt denen bir fetişi yaratmadan örgütlenmek de mümkündür. Çünkü bireylerin bir araya gelerek yapmak istediği şey kendi yaşadıkları çevrede hayatlarına doğrudan değen toplumsal sorunları çözmektir. Kimse yola “ben örgüt üyesi olacağım” diye çıkmaz, kendi yaşamına değen toplumsal siyasal, ekonomik, ekolojik, ahlaki, kültürel, etnik vb. sorunları bunlardan etkilenen diğer bireylerle el birliği içinde çözebilmek için yola çıkar. Oysa saf politik örgütlenmeler bireylere örgütlü bir mücadele sunmak yerine onları örgüt üyelerine dönüştürürler. Böylece toplumsal yaşamlarında kendi duruşları, düşünceleri, inançları, alışkanlıkları, ahlâki ve kültürel refleksleri ile sayısız toplumsal bağlar barındıran zengin dinamiklere sahip bu bireyler saf politik bir örgüte üye oldukları andan itibaren bu dinamiklerini ve toplumsal sahiciliklerini kaybetmeye başlarlar. Örgüt onları sosyal, kültürel, ahlâki, ekonomik, ekolojik tüm bağlarından daha üstün bir aidiyet içine hapsederler. Böylece örgütlenme yerel organik ve toplumsal olmaktan çıkarak üniversal inorganik ve saf politik olan şeye yani örgüte dönüşür. Tam da bu nokta örgütün hayattan kopması ve üyelerin yıkıcı/yaratıcı enerjisinin aşağı doğru bir seyir izlemeye başlaması, ilişkilerde doğrudanlığın kaybolarak bürokrasinin ortaya çıkması (sonun başlangıcı) anlamına gelir. Gezi parkı eylemleri doğrudan yatay örgütlenmelerin bizlere ne kadar sıkı kararlar alabileceğini ve katılımcıların kendi aldıkları o kararların arkasında ne kadar kararlılıkla durabileceklerini gösterdi. Gezi kalkışmasının yatışması alınan kararların yanlışlığından ya da iyi bir önderliğe sahip olmamasından değildi (zaten her kabarmanın ardından bir geri çekiliş kaçınılmazdır). Merkeziyetçi bürokratik sol örgütlerin amacı isyanı kendi politik hedefleri doğrultusunda daha üst bir platforma taşımak isyan rüzgarını arkalarına alarak sokakta polisle karşı karşıya gelmeyi sürekli kılarak (2016’ da PKK’nin yaptığına benzer bir tür hendek politikası ile) kitleler ile polis terörünü karşı karşıya bırakmak böylece kitlelerin radikalleşmesine yol açacak fiili bir durum yaratmaktı. Bu durum var olan yıkıcı enerjinin Polis Taksim’e girip barikatları dağıttıktan sonra, gereksiz yere yapılan ve Stalingrad savunması misali bir cephe savaşına dönüştürülen Taksim’de buluşma çağrıları ile heba edilmesine gezinin isimsiz öznelerinin özellikle Taksim Dayanışması altında organize olan sol örgütleri giderek yalnız bırakmasına yol açtı.
Tek adam sistemine kapı açacak bir rejim değişikliğini çoğunluğa onaylatacak bir referandum öncesi günlerini yaşarken faşizan saldırıya karşı bir araya gelme ve HAYIR’ı örgütleme tartışmaları yeniden gündeme geldi. Burada HAYIR cephesinde özellikle geleneksel sol yapılarca “Hayır Meclisleri” gündeme gelmiş görünüyor. Gezi’den esinlenilen “Hayır Meclisleri”nde her ne kadar eskisi kadar katı hiyerarşik örgütsel temsiller söz konusu olmasa da bilindik ezberlere yaslanan merkezi bürokratik sol geleneğin sürmekte olduğu görülüyor. Burada “bilindik ezberler” den kasıt yapılan çalışmaları ve anti faşist mücadele azmini küçümsemek değil yeni birlikte olma hallerine ve birlikte eyleme biçimlerine kapalı olma ya da kuşku ile yaklaşma refleksidir. Şöyle ki bu tür yapılanmalarda D. Küçükaydın’ın da iddia ettiği gibi çoğunluğun kararı ve oylama demokrasinin teminatı gibi algılansa da aslında çoğunluk ve oylama dışlamanın bürokratizmin kitle enerjisinin tabandan merkeze kaydırılarak sönümlenmesinin aracıdır.
Yukarıdaki bölümlerde de anlattığımız gibi demokratik oylamalar ikna edilemeyen kırgınların ve hiziplerin doğmasına neden olur. Oysa çoğunluk ve temsil baskısı yaşamayan topluluklarda konsensüs/oydaşma ile alınan kararlar yaratıcı enerjiyi hem tabana yayar hem de alınan kararların arkasındaki öz kararlılığı arttırır. Şimdi “geniş kitlelerin katıldığı eylemlerde bu kadar çok insanı oylama olmadan nasıl tartıştırıp bir karara vardıracaksınız” diyenleri duyar gibi oluyorum. Ancak kitleler ne kadar kalabalık olursa olsun öncelikle kitle (yığın) olmaktan çıkmaları özne olmaları gerekir. Bunun için ise geniş kalabalıkların arasına sızacak provokatörlerin, manüplatörlerin, kötü niyetli kişilerin, muhterislerin başarılı olarak kitleleri manüple etmelerinin (nesneleştirmelerinin) önünü kapayacak tarzda örgütlenme pratikleri gerekir. Bunun yolu ise kitlelerin mümkün olduğu kadar çok ve insanların birbirlerini yüz yüze görüp dinleyip güvenebileceği kadar küçük ölçekte (özyönetimsel) otonomlara bölünmesi anlamına gelir. Mümkünse bu otonomlar 20 kişiyi geçmemelidir. Bu tarz örgütlenmeler hem kararların çabuk alınmasını sağlar hem de hareket kabiliyetini arttırır. Hayat bize göstermiştir ki; faşizm gibi kitlesel tabana sahip örgütlenmeler kitleleri harekete geçirmekteki bütün güçlerini merkezi ve bürokratik kitle örgütlenmelerinden almaktadırlar. Tek merkeze ve tek lidere bağımlı kitleler kolaylıkla gerek ideolojik aygıtlar (medya vb.) gerekse kolluk güçlerinin fiziki zoru tarafından manüplasyona açık hale gelmekte adeta sürülere ve totalitarizmin nesnesine dönüşmektedirler.
Oysa alt etmek istediğiniz bir şeye benzeyerek eylemeye çalışırsanız kazanamazsınız, sonuçta yenilgi kaçınılmaz olur. Özgürlüğün reçetesi olmaz ama özgürlüğü yine özgürlükte bulursunuz, diktatörlüğü merkeziyetçi disiplinlerde bulacağınız gibi.
Peki doğrudanlık ve yüz yüzelik ilkelerinin egemen olacağı otonomlarda tartışmalar nasıl yönetilecek kararlar pratik ve hızlı biçimlerde nasıl alınacaktır? Demokratik Merkeziyetçilik ve çoğunluğun kabulüne dayanmayan otonomlar sonu gelmez tartışmalara gark olup işlevsizleşmez mi?
OTONOMLARDA ŞİDDETSİZ ( İKTİDARSIZ) İLETİŞİM İÇİN OYDAŞMA (KONSENSÜS)
Oylamasız (oydaşmaya dayanan) doğrudan ve otonom örgütlenmelerin ayrıntılı incelenmesine girmeden önce tarihsel arka planı hakkında biraz bilgi vermekte yarar var. Doğrudan meclisler vb. yatay örgütlenmeler çok daha eski bir geçmişe dayansa da şiddetsiz eylem ve şiddetsiz iletişim denen tarzın temellerinin 20. Yy.‘da 1968 Fransa’sında atıldığını daha sonra da 1999 Seattle, 2011 Occupy Wall Street, 2013 İspanya İndignados (Evsizler) ve 2013 Gezi İstanbul esnasında sahada uygulanma imkanı bulduğunu söyleyelim.
Bu tür örgütlenmeler şiddetsiz (iktidarsız) örgütlenme ve sivil itaatsizlik savunucularının da savunarak hayata geçirdiği günümüzde de çeşitli toplumsal eylemlerde giderek yaygınlık kazanan örgütlenme ve eyleme biçimleridir.
Öncelikle bu otonomlarda önyargı olarak hiyerarşinin, yönetmenin, ayrımcılığın ve iktidarın kötü bir şey olduğuna dair ortak bir ön kabul olmalı bütün katılımcılar özgür ve eşit bireyler olarak birbirini kabul etmelidir.
Bu gruplarda tartışmalarda herkes kendi adına söz almalı aynı siyasal grupta bile olsalar hiç kimse başkasını temsil etmemeli herkes sözünü doğrudan kendi adına söylemelidir.
Bu gruplarda tartışmaların iktidar üretmemesi için klasik demokratik meclislerde olduğu gibi “yöneticiler” olmamalıdır. Bunu yerine bir yöneticide biriken sorumluluk ve görevler katılımcılara paylaştırılarak dağıtılmalıdır. Bir tartışmanın yörüngesinden çıkmadan yönetilebilmesi için gereken öz disiplin ancak otonom içi işbölümü aracılığıyla elde edilebilir. Burada paylaşılması ve üstlenilmesi gereken görevler şunlardır.
A- Kolaylaştırıcı (Moderatör): Adil olacak, her kese eşit söz hakkı verecek, konunun dağılmasına müdahele edecek, kendi görüşleri ile topluluğun görüşlerini birbirinden ayıracak. Rotasyona tabi olacak.
B- Gözlemci: Bu kişiye bir tür duygu mentörü de denebilir.( Atmosfere dikkat eder, söz hakkı alamayanları tespit eder, gerginliğin oluşmasını yapıcı müdahelelerle engellemeye çalışır, görüşlerin dışında tek tek herkesin duygularını da ifade etmiş olmasına azami dikkat eder. Rotasyona tabi olacak.
C-Zaman ayarlayıcı: Konuşma sürelerini takip eder, zaman aşımı halinde müdahele eder. Rotasyona tabi olacak.
D-Yazıcı: Çözüm önerilerini ve kararları not eder, kararı oluşturan önemli noktaları yazar. Alınan kararın uygulanma takvimi mutlaka not ederek herkesçe anlaşıldığından emin olur.
Tartışmalarda ve karar almalarda oydaşmanın oluşabilmesi için kafa ve duygu karışıklığına yol açmayacak ve herkesin kendisini özgürce ifade edebileceği belirli bir plan izlenmesi şarttır. Buna göre;
A- Soruna açıklık getirilir,
B-Karar konusu netleştirilir,
C-Tartışma turları başlar, (Beyin fırtınası, İfadeler,çözüm önerileri alınır, ikinci turda eksiklikler giderilir, yanlış anlamalar düzeltilir),
D-Öneriler değerlendirilir,
E-Karar almaya engel bir durum olup olmadığı netleştirilir, oydaşma (konsensüs) önerileri üretilir.
F-Eylemi bloke edecek görüşler varsa grubu bloke edenlere tekrar söz hakkı verilir, itirazları dinlenilir.
G-Bu tartışmalar sonunda yeni oydaşma (konsensüs) önerileri üretilir.
H-Tekrar oydaşma oluşturulamıyorsa ve zaman varsa tartışma başka bir zamana ertelenir, herkesin konuyu tekrar düşünmesi sağlanır.
I-Zaman yoksa karara blokaj koyanları tavrını yumuşatması için arabulucular seçilir, bu arabulucular, her iki tarafın da kabul edeceği kişiler arasından seçilir.
İ-Arabulucu çabaları da oydaşma için bir sonuç üretemezse karara blokaj koyanlar eyleme katılmayıp kenarda durma haklarını kullanırlar.
Tartışmalardan önce tüm katılımcılar kısa ve öz konuşmaları, kendilerine ayrılan süreye uymaları, diğer konuşmacıların sözünü kesmemeleri ve de konuşmaları başka şeylerle ilgilenmeden aktif biçimde dinlemeleri, dikkatlerinin dağıldığını hissettikleri zaman bir ara verilmesi için öneri getirmekten asla kaçınmamaları konusunda uyarılırlar.
Eylemden sonra eylemin değerlendirilmesi için tekrar bir araya gelinir, eksiklikler , güzellikler konuşulur not edilir.
SONUÇ
Tüm otoriter ve merkeziyetçi yapılanmalarda kitlelerin sevk ve idaresi temel amaçtır. Çünkü burada iktidar hedeftir. Marx tarafından ifade edilen düşünce sistematiğine göre kitleler kendi hallerine bırakılamaz, onları “sınıf çıkarları doğrultusunda yönlendirmek gerekir”. Lenin “herkes bilir ki sıradan bir işçiye devlet idaresini teslim edemezsiniz” diyerek profesyonel merkeziyetçi bir partinin olmazsa olmazlığına dikkat çekmişti. Ezilen kitleleri nihai zafere götürmenin işlevsel bir aracı olarak öne sürülen (sınıf bilinçli öncü / partiden oluşan) bu formülasyon, tüm devrimlerin trajedisinin bir kez daha tekrarlanmasına ya devrimin yenilgisine ya da devrimin kendi evlatlarını yemesine yol açmaktan başka işe yaramadı. Başka bir yerden bakmak istersek burada bütün semavi dinlerde var olan bir hükmün onaylandığını görürüz ki; o da insanın yarım, eksik ve kendi başına bırakılamayacak kadar günahkâr bir fıtratı olduğu iddiasıdır. Marksist düşünce bu hükmü aydınlanma geleneğinin normlarının süzgecinden geçirerek bireyin dine karşı aydınlanmasını işçi sınıfının sermayeye karşı aydınlanması olarak anlatır. Marksizm kendi özgürlük anlatısını “kendiliğinden sınıf” ın yerini “kendisi için kendinde sınıf”ın alması hükmüne bağlar ki bu sınıf bilincidir. İşte tüm bu düşünce sistematiği profesyonel merkezi hiyerarşik ve bürokratik olan saf politik örgütlenmeleri doğurur. Özelikle Leninist örgütte devrim yapmak iktidar elde etme sanatına dönüşür. Kitleler devrim yapmak isteseler bile (bkz. 1917 Temmuz günleri) bu iş Sovyetlerde Bolşevikler çoğunluğu ele geçirmeden yapılacak bir şey değildir. Devrim demek kitlelerin yükselen enerjisi ile mevcut iktidarın alaşağı edilmesinden ibaret değildir. Devrim iktidarı ele geçirmek için uygun andır. 22 Ekim çok erken olabilir 24 Ekim ise çok geç olabilir vs.. Alınan kararların bilimsel ve politik olarak doğru olması gerekir. Oysa ustalık içermeyen önderlikler yanlış kararlar verirler vs. Demir Küçükaydın “Demokrasi hiçbir zaman kararların doğru olacağının garantisi anlamına gelmez… Bu nedenle en az hatalı kararları alabilmek; ya da alınmış hatalı kararları en seri şekilde en az zararla değiştirebilmek için mekanizmaların kurulması ve belirlenmesi bir örgütün tüzüğünün; çalışma prensiplerinin esasını oluşturmalıdır.” derken demokrasinin yanlışlara neden olabileceğini söyler ve örgütsel mekanizmalar tüzük vs. ile bu yanlışları düzeltecek bir iradenin “hazır” bulundurulmasını arzular. İşte merkeziyetçi ve yatay olduğu söylense de bu yatay iradeyi dikine kesen bir irade, karar mekanizmaları, örgüt tüzüğü, yani örgütün üst aklı burada ortaya çıkar. Yani hakikat örgütsel çoğunluğun aldığı kararda değildir, hakikat daha saf bir şeydir. Onu ortaya çıkarabilecek olan örgütün karar alma mekanizmalarının, tüzüklerinin öngördüğü süreçlerdir. Yani merkeziyetçi demokratik örgütlenme tayin edici kararların alınmasını çoğunluğun oylamasına bıraksa da aslen bu oylamaya samimiyetle güvenmez. Örgütün çoğunluk yoluyla aldığı kararlar bile hakikati ortaya koymaya yetmez.
Oysa hiyerarşik ve merkeziyetçi örgütlenmelerin bu kuşkusu boşunadır. Yüz yüze ilişkiler üzerine kurulan doğrudan demokratik ve yatay örgütlenmelerde en en en doğru kararları almak (hakikati ortaya koymak) kaygısı yoktur. Orada kitleler de yoktur çoğunluk da yoktur. Ağlar yoluyla bütün özneler yabancılaşmadan özneliklerini muhafaza ederek kendi bireysel nitelikleriyle birlikte nitelikli kalabalıklara dönüşürler. Bireylerin yüzyüze ve yatay ağlar yoluyla aldıkları kararlar zaten kendi kararlarıdır bu yüzden kararların yanlışlığına dair bir endişe taşımayacaklardır. “Evrensel” ya da bir “üst akla ait hakikati” ıskaladıklarına dair paranoyakça kaygılara kapılmayacaklar, kendi dışlarında alınmış bir karara ikna olup olmama ya da başkalarını dışlayarak aldıkları kararlara başkalarını ikna etme kaygısını asla yaşamayacaklardır.
Tüm bunları yapabiliriz, yeter ki hayal edelim!