Dinin ortaya çıkışı üzerine bir deneme
” İnanç kaçınılmaz olarak ayırır. Bir inancınız varsa veya belirli bir inançta güvence arıyorsanız, başka tür bir inançta güvence arayanlardan ayrılırsınız. Tüm örgütlü inançlar kardeşlik vaazları verseler de hepsi ayrım üzerine kuruludur.”

Hemen belirteyim bu yazı bilimsel bazı argümanları kullanıyor olsa da bilimsel bir makale değildir. Bu yazının konusu “dinin doğuşu” dur. Dinin doğuşu üstüne bir çok bilimsel makale okuma olanağı tabii ki mümkün ama o bilimsel makalelerde din’in doğuşu üstüne bilimsel olarak argümanlarla desteklenemeyen varsayımlara rastlayamazsınız. Bu yüzden de din gibi binlerce yıldır insanlığın hayatında var olan bir olgunun nasıl doğmuş olabileceğine dair spekülasyonlardan mahrum kalırız ve konu “bilimsel” bir karanlığın (*) altında kalmaya devam eder. Bu yazı bu bilimsel karanlığı bir ucundan aralama çabası ile kaleme alınmış olup her türlü eleştiriye açık olduğunu peşinen kabul eden bir deneme yazısı olacaktır.
- Bölüm: Din Nedir?
Dinin ne olduğuna dair neredeyse sayısız farklı görüşleri referans göstererek tanımlamalara başlamak mümkün ancak farklı görüşleri mukayeseli olarak ele alarak malûmatfuruşluk yapmak yerine konunun dağılmaması ve cümleleri ekonomik kullanmak adına sadece meramımı anlatmama yarayan fikirlere yer vererek din’in ne olduğuna ve benim dinden ne anladığıma dair düşüncelerimi anlatmaya çalışacağım.
“O’na göre (E. Durkeim b.n.) din, toplumsal bütünleşmenin vazgeçilmez şartıdır. Eğer din ve dini değerler yozlaşır ve ortadan kalkarsa toplum sahip olduğu en değerli gücünü kaybetmiştir. Durheim’in din anlayışının ateist veya agnostik olduğu belirtilir. Ancak onun için dinin nihai olarak doğru olup olmadığı önemli değildir. İşlevi olan bir kurum canlılığını sürdürür. Aksi takdirde ya yok olur ya da yeni bir biçime bürünür.
Durkheim, “Din Hayatının İlkel Biçimleri”(Les Formes Elementaires de la Vie Religieuse 1912) adlı eserinde bilgi sosyolojisinin temellerini atmış ve bilgi sosyolojisi ile din sosyolojisi arasında yakın ilişkiyi gözler önüne sermiştir. Bu yaklaşım çerçevesinde, Durkheim’e göre, gerçekte düşüncemizin içeriği gibi formu da sosyal, dolayısıyla dinidir. Eşyayı idrak etmek için düşüncemizin kullandığı kategoriler olan zaman, mekân, sebeplilik gibi kavramların oluşumunda din rol oynamaktadır. Çünkü Durheim’e göre din, insanın kendisine ve dünyaya ilişkin olarak elde ettiği ilk düşüncelerin kaynağıdır. Dünya ve insan üzerine görüşler içermeyen herhangi bir din yoktur. Din, tüm sosyal kurumların da kaynağıdır. Bu anlamda hukuk, iktisat, ahlak, sanat vb. gibi kurumlar kaynaklarını dinden almışlardır. Din yalnızca insan düşüncesinin oluşumuna katkıda bulunmakla kalmamış, aynı zamanda bir takım fikirlerle onu zenginleştirmiştir.”(1)
Konumuza giriş için güzel bir alıntı. Şimdi bunun üzerinden din konusunu ele almaya başlayabiliriz. Burada E. Durkeim’in dinin toplumsal bütünleşmenin vazgeçilmez koşulu olduğu tespitinden yola çıkarak başlayalım. Gerçekten de insanların yaban halde doğanın sınırlarına göre yaşadığı dönemlerde din denen olgudan söz edemeyiz. “Din hep vardı” biçiminde bazı mesnetsiz savlar olsa da insanlığın evrimiyle birlikte en geriye gittiğimizde avcı toplayıcı küçük guruplar halinde yaşayan topluluklarda sistemleşmemiş mitlerden, büyüden, bilinemeyen ve korkulan doğa karşısında içgüdüsel bir taklit etme arzusundan başka geriye bir şey kalmamakta. Din denen kurumsal inanç sisteminin ortaya çıkabilmesi için, uygarlık ve toplumsallık denen daha yoğun nüfuslarla oluşturulacak örüntülere ihtiyaç olduğu görülmektedir.
Bunu bir yana koyup tekrar Durkeim’e dönmek istiyorum. Durkeim’e göre; “insanın kendisine ve dünyaya ilişkin olarak elde ettiği ilk düşüncelerin kaynağı da Din” dir. Yani “dünya ve insan üzerine görüşler içermeyen bir din yoktur”. Yani başka bir deyişle felsefeden önce din vardı diyor Durkeim. Felsefenin gerçekten antik Yunan’da başlamamış olması ve daha eskilere kadar uzanıyor olması çok mümkün olsa da bugünkü bilgiler üzerinden bakınca Durkeim’e hak vermemek elde değil. Zira felsefe aklı referans alan bir düşünme metodolojisi olarak dünyayı akıl dışı ya da fizik ötesi referanslara göre akla uygun hale getirmeye çalışan Din’e göre kronolojik bir öncelik alması pek mümkün görünmemektedir.
Şimdi tekrar başa dönelim Durkeim’in “Din toplumsal bütünleşmenin vazgeçilmez şartıdır.” Önermesine yeniden bakalım. Bu cümlenin sarf ediliş amacının sadece toplumsal düzen içerisinde dinin bütünleştirici işlevine dikkat çekmek olmayabileceğini düşünüyorum. Bence din’in toplumsal yapıda bütünleştiricilik işlevini yerine getirebilmesi için insanların toplumsal bir düzene sahip olabilecek yetkinliğe yani sembolik bir düzene, kültüre, iş bölümüne en önemlisi bu iş bölümünü doğuran farklılıklara ve örgünleşme ihtiyacı doğuracak kadar kalabalık bir nüfusa sahip olmaları gerekir ki biz buna uygarlık diyoruz. Tam bu noktada “uygarlık mı din’i doğurdu yoksa din mi uygarlığı” sorusu akla gelmekte. Göbeklitepe vb. arkeolojik buluntulara bakınca önce kutsal inançların din’e evrildiği ardından yerleşik hayata geçildiği, nüfusu giderek genişleyen klanları bir arada tutmak için ortak bir semboller sistemine, ortak anlatılara ve ritüellere gerek olduğunu, bunun da (büyüyen nüfusu doyurmak ve güvenliğini sağlamak vb.kaygılarla) yetmediği noktada yerleşik hayata geçmeye başlandığını tahmin ediyorum. Bu anlamda Durkeim’in yukarıdaki “din toplumsal bütünleşmenin vazgeçilmez şartıdır” önermesini aynı zamanda “toplumsal bütünleşme ihtiyacı olmayan yerde dine de ihtiyaç duyulmayacaktır” biçiminde okumak da pekala mümkün.
Uygarlık doğadan kopuş demektir. İnsan doğanın bir parçası olarak yaşadığı ve onun koşullarına uyum gösterdiği sürece uygarlaşmış sayılmaz. Ancak ne zaman insan kendini doğanın bir parçası olarak görmekten vazgeçerek aklının yardımı ile çevresel koşulları kendi “çıkarlarına uygun” biçimde değiştirmeyi tercih etti, bu tekniğin keşfi demekti ve uygarlığa giden ilk adım da burada atılmış oluyordu. Burada ilk aleti yapmaktan söz etmiyoruz çünkü basit aletleri bazı hayvanlar da yapabiliyorlar. Burada dilden de söz etmiyoruz çünkü insan her ne kadar bugün içinde yaşadığı sembolik evrene dil üzerinden geçiş yapmış olsa da dil olsa olsa kültürün başladığı nokta olabilir. O halde uygarlığın başlangıcı olarak hayvanların evcilleştirilmesi ve tarımın ortaya çıkışı saptamasını yapmak çok yanlış olmaz. Bu aynı zamanda avcı toplayıcı hayattan yerleşik hayata geçişe denk gelen bir süreçtir.
Evcilleştirilmiş hayvanlar hem büyüyen toplulukların beslenme ihtiyacı hem de daha uzun mesafelere yolculuk yapabilmede avantaj sağlamak için evcilleştirilmiş olmalılar. Yerleşik hayata geçiş ile tarım arasında doğrudan bir ilişki olduğu kuşkusuz, ancak yerleşik hayata geçiş ile tarıma geçiş arasında nasıl doğrudan bir ilişki varsa avcı toplayıcı topluluklardaki mit ve büyünün yerleşik hayata geçişle birlikte ortaya çıkan din denen yaşam biçimine evrilmesi arasında da benzer bir ilişki görülecektir.
Aşağıda insanlığın sosyal antropoloji bakımından evrimine kısaca göz atmamızı sağlayacak iki tablo ile kronolojik bir sıralama yapmak istiyorum. Bunu art zamanlı bir okuma ya da her coğrafyaya uyacak evrensel bir şablon olarak görmemek gerekir, sadece bir şeyleri anlamaya ya da açıklamaya yarayacak biri işlevsellik peşindeyiz.
Tablo 1: Avcı-Toplayıcılık Dönemi (Paleolitik Çağ) M.Ö. 1.000.000-10.000
Sembolizmin ortaya çıkışı mağara resimleri ile başladı. (65.000 yıllık İspanya’daki Neandertal mağara resimleri, Endonezya’daki 45.500 yıllık Homo Sapiens mağara resimleri vb.)
Mağara resimleri ile totemlerin ortaya çıkışı arasında büyük bir zaman dilimi vardır.
Ateşin kontrol altına alınması beslenme kaynaklarının çeşitlenmesi ve avların daha uzun süre saklanabilmesini sağladı bu ise toplulukların daha genişlemesine imkân verdi. Klânlar büyüdü.
Klânların büyümesi giderek topluluk içinde yönetim sorununa daha merkezi bir önem kazandırdı.
Ok ve yayın icadı daha ince avadanlıklarının geliştirilmeye başlanması toplulukların beslenme imkânlarını arttırdı. Topluluklarda sembolizmin artışı ile totemlerin ortaya çıkışı yine bu dönemlere denk gelmektedir. (M.Ö. 15.000-12.000)
Büyük mağaralarda büyük topluluklar halinde yaşam başlamıştır. Buzul çağının sonları. (M.Ö. 10.000…Antalya Beldibi, Belbaşı, Antakya Karain, mağaraları.)
Tablo 2: Yerleşik Hayata Geçiş (Mezolitik Çağ) M.Ö. 10.000-8.000
Buzul çağının bitişi ile birlikte avcı-toplayıcılık ile birlikte yerleşik hayata geçiş bu dönemde olmuştur. |
İlk tapınaklar bu dönemde ortaya çıkmıştır. Göbeklitepe (Urfa) buluntuları göstermektedir ki henüz yerleşim başlamadan önce avcılık toplayıcılık devam ederken yılın belirli dönemlerinde tapınak olarak inşa edilen bu alanlarda insanlar kalabalıklar halinde bir araya geliyor ve çeşitli ritüeller gerçekleştiriyorlardı. Önceki çağda mağaralardaki sembolizm ve totemleri göz önüne alırsak bu dinlerin başlangıcının yerleşik hayata geçişten önce olduğu anlamına gelir. |
Akarsu, bitki örtüsü, iklim, tarıma elverişli toprak yapısı ve av hayvanlarının bolluğuna göre seçilen alanlarda ilk yerleşimler boy göstermeye başlamıştır. |
Tohum ıslahı ilk bu dönemde başlamıştır. |
İlk yerleşimlerde avcılık ve toplayıcılık devam ederken tarıma başlandığı bu tarımın tahıllar ve baklagillerden oluştuğu (Çatalhöyük) görülmüştür. |
Bu yerleşim birimlerinde ölülerin evlerin tabanına gömüldüğü görülmüştür. (Çayönü, Çatalhöyük,) |
2. Bölüm: İnsan Nasıl İnsan Oldu?
Dinin ortaya çıkışını anlamak için önce insanın ne olduğunu ve nasıl olduğunu anlamamız gerekir. Zira “insan nedir ve insan nasıl insan oldu” sorusu yanıtlaması kolay bir soru olmasa bile bu sorunun yanıtlanması çabası bile bize dinin ortaya çıkışı hakkında bir sürü ipucu verebilecek bir durum.
Şimdi böyle iddialı bir söz edince bunun ardından insanı tanımlayacak tanımlar yapmam beklenebilir. Ancak ben kesin tanımlamalar yapmak yerine ucu açık sorular sormayı tercih edeceğim ve bu biçimde yol alarak insanın insan oluşuna dair kafamızda bir resim oluşturmaya çalışacağım.
“Nedir İnsan” sorusu ile başlayalım o zaman. İnsan kuşkusuz memeli hayvanlar içinde bir alt başlık. Primatlarla akraba olan sosyal ve akıllı bir tür.
Peki onu diğer türlerden ayıran temel özellik nedir? Alet yapması, doğaya müdahale ederek çevresini dönüştürmesi mi (tekniğin icadı), sembolik bir sisteme sahip olarak önce dili, sonra da kültürü yaratması mı, yoksa hayvanları ve bitkileri evcilleştirerek uygarlığı yaratmış olması mı?
Bu noktada sorular çoğaltılabilir. Ancak bana kalırsa İnsanı diğer hayvan türlerinden ayıran ve insan olmanın tüm kriterlerini tek başına karşılayacak bir tanım yok belki olmayacak da. İnsanı diğer hayvan türlerinden ayırmak için bir dizi özelliği birlikte saymak zorundayız ve galiba insanın sofistike varoluşuna uygun düşen bir durum bu…
Ancak uygarlık her ne kadar insanlığın tarihinde gelinen son nokta olsa da bilindiği gibi uygarlık ile insan denen türü özdeşleştirmek doğru değil ve uygarlık öncesi belki de yüz binlerce yıla yayılan yaban bir insan profili çizmek pekala mümkün. Buradan hareketle insanın insan oluşu üzerine bir iz düşümü yapıp artık konumuza giriş yapmayı deneyelim.
İnsanın insan oluşu aklını kullanış biçimi ile doğrudan bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Buradan insan “akıllı bir hayvandır” gibi kolaycı bir önermeye yaslandığım düşünülmesin. Ben aklın sadece insan türlerine (günümüzde yok olanlar dahil) özgü bir özellik olduğunu düşünmüyorum. Farklı olmakla birlikte sayısız hayvan türünün insanla en azından bazı alanlarda rekabet edebilecek düzeyde zeka düzeyine sahip olduğu artık bilinmekte.
Burada insanı rakipsiz kılan ve diğer hayvan türlerine göre öne çıkaran etmenin hayal gücü ve soyutlama yeteneği olduğunu düşünüyorum. İşte tam da bu yetenek insana basit aletler yapmayı belirli bir metodolojiye bağlayarak bunu daha da geliştirme yani tekniği yaratma olanağı vermişti. Yani alet yapmak insan olmaya yetmiyorsa da ampirik bilgiyi geliştirerek alet yapan aletler icat etmek ve bunun kalıcı bir teknik haline gelmesi için üretmeyi bir metodolojiye bağlamak insanın insan olmasını sağlayan temel ölçütlerden biri pekala olabilir. Şimdi buradan yürüyelim ve “ilk insanlar nasıl düşünürdü” diye kendimize soralım.
3.) Bölüm: Dinin Doğuşu
Öncelikle insanın tamamlanmamış belki de var oldukça asla tamamlanamayacak sürekli evrim halinde olan bir varlık olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanlık günümüzde uygarlık ile birlikte, giderek doğaya daha fazla yabancılaşarak kendi var oluş koşullarını ortadan kaldırma noktasına gelmekte. Ancak bundan bağımsız olarak insan kendisine yabancılaşmamış olmak koşulu ile ilk başlangıçtan itibaren yaşadıklarından öğrenmeye, bunun üstüne düşünmeye, hatalarını yinelememeye öğrendiği bilgileri de soyutlayarak daha karmaşık bilgiler için yorumlamaya ehil bir tür olduğunu kabul etmek isterim. Tam da burada paragrafın başına “insanın tamamlanmamış olma haline” dönecek olursak dinin doğuşu konusunu bu pencereden bakarak anlamaya çalışabiliriz düşüncesindeyim. Burada örnek olarak insan yavrusunu yani çocuğu ele almak isterim. Hepimiz biliriz ki çocukların çocukluktan yetişkinliğe giden süreçleri fiziksel ve zihinsel gelişimlerine paralel olarak hayâl dünyasından somut gerçekliğe, oradan da soyutlama yeteneğine varan bir çizgi izler. Nasıl küçük çocuklara anlatmak istediklerimizi somut kuru öğütler yerine onların hayâl dünyasında karşılığı olan öyküler içeren masallar yolu ile anlatıyorsak ilk insanların da bu masalları (mit ve büyü yoluyla) yarattığını varsaymak o kadar da mesnetsiz olmaz düşüncesindeyim.
Yani insanı insan olduğu andan itibaren bir olgunlaşma sürecinde olduğu yaklaşımı ile ele alacak olursak bazı şeyleri anlamak daha da kolaylaşacak düşüncesindeyim. Normalde bu ön kabul ile insanın çocukluktan ergenliğe, ergenlikten yetişkinliğe, yetişkinlikten olgunluğa, olgunluktan bilgeliğe doğru bir evrim içinde olması beklenir. Hatta mikro planda genellememek koşuluyla böyle olduğunu gözlemlemek mümkün ancak makro planda işler pek öyle gitmiyor gibi görünüyor. Bunun nedenini de paleolitik dönemin sonunda son buzul çağının sona ermesi ile birlikte dünyanın yaşamaya ve yerleşmeye daha elverişli bir hale gelmesi ile birlikte yabanıl insanın yaşadığı nüfus artışı. Böylece yabanıl insanın kendini toplumsallık adına mahkûm ettiği uygarlığa ve onun neden olduğu insanın kendine, doğaya yabancılaşmasına doğru giden kapılar açılmış oldu. Uygarlığın yarattığı yabancılaşma insanın biricik olarak tekamülünün önünde en büyük engel haline gelmiş görünüyor. Toplumsal dayanışma ve kültür ile birlikte kendi potansiyelini fersah fersah katlayarak geliştirme yoluna giren insan zamanla nüfus artışının da etkisi ile toplumsal birlik ihtiyacını ihtiyaçlar hiyerarşisinin en üst sıralarına taşımaya karar vermiş olabilir. İşte din bu ihtiyaca karşılık verdiği için uygarlıkla hiç bitmeyen bir evliliğe imza atmış görünüyor.
Yabancılaşma konusunda kısaca değinmek istediğim şey, uygarlığın toplumsal ve kültürel yaşam içinde insan tekinin biricik olarak yaşadığı tekamülün katlanarak gelişmesinin uygarlığa geçiş ile birlikte oluşan örgün yaşam içinde sonlanması işbölümü, kastlaşma ve sınıfların ortaya çıkışı ile birlikte tüm tekamülün insanın biricik halinden çıkarak toplumsal örgün yapıya ait olmasıdır. Bu bir yandan teknolojik ve bilimsel tekamülün önünü açarken öte yandan biricik olarak insanın toplumsal yapı içerisinde kendisi ve doğayla olan ilişkilerinde iç bütünselliği yitirmesine ve dayatılan toplumsal roller içinde kendisine yabancılaşarak parçalanmasına neden olmuştur.
Kimi düşünürler “dini insanların ilkel korkularının ve içgüdülerinin örgütlenmiş hali” gibi değerlendirseler de dinin ritüellere dayanan ve tüm hayatı kapsayan örgütlenmiş bir yaşam tarzı olmasının kendisi bile dinin ilkellikle değil uygarlıkla ilintili örgütlenmiş bir aidiyet formu olduğunu göstermektedir. Bu konuyu biraz daha deşeleyerek devam edelim.
“Başlangıçta, doğaüstü şeylere, insandan o kadar da üstün gözüyle bakılmıyordu; çünkü bunlar insan tarafından korkutulabiliyor ve istediğini yapmaya zorlanabiliyordu. Düşüncenin bu aşamasında dünya büyük bir demokrasi olarak görülmektedir” (2)
Dinin ve Folklorun köklerini araştırdığı Altın Dal adlı ünlü ve bir o kadar da önemli yapıtında James G. Frazer çeşitli coğrafyalarda farklı farklı kültürlerde, yabanıl insan topluluklarında folklorun, mitlerin izini sürerek oradan günümüzden on binlerce yıl önce yaşamış insanların düşünce dünyasına ve yaşam tarzlarına ait ipuçları çıkarmaya çalışıyordu. Avrupa, Asya, Avustralya, Afrika ve Amerika’nın çeşitli yerli topluluklarında yaptığı araştırmalardan sonra J. G. Frazer’in vardığı en önemli sonuç; bilinmeyen güçlerin, iyi ve kötü ruhlardan tanrılara doğru evrildiği süreçte insan ile kutsal olanın arasındaki makas yaşayan sıradan insanın aleyhine açıldıkça yeryüzündeki kutsal ile yaşanan demokrasinin de sonu gelir. Son gelinen noktada tanrı tüm ağırlığı ve kutsallığı ile insan hayatının üzerine çöker. İnsan ile kutsal (tanrılar) arasındaki hiyerarşik mesafe açıldıkça ve tanrı figürü güçlendikçe insan figürü güçsüzleşir acizleşir. Bu yabanıl insanın kendini doğanın bir parçası olarak görme hikayesinin de sonu demektir. Artık insan hem uygardır yani doğanın sahibidir hem de tanrılarının gücü karşısında bir hiçtir yani tanrıları onun sahibidir. Bu aynı zamanda doğanın bir parçası olmaktan çıkarak toplumun bir parçası haline dönüşen uygarlaşmış insanın esaretinin başlangıcı demektir.
Bunu aklımızda tutarak dinin doğuşu konusuna yeniden dönelim. İlk insanların düşünce biçimlerinin nasıl olduğuna dair elimizde çok fazla veri yok ve ilk insanlar diyerek muhtemelen on binler hatta yüz binlerce yıllık süreçlerden söz ediyoruz. Bu aşamada spekülasyona başvurmadan yol almak olanaksız gibi. Ancak başta da söylediğim gibi yeri geldiğinde bunu yapmaktan çekinmeyeceğim. Bu konuda hafifletici nedenlerim ise aslında yapacağım spekülasyonların çok mesnetsiz olmaması ve bugüne kadar olan bilgilerin bu biçimde yorumlanmaya elverişli olması.
Yukarıdaki paragraflarda çocukların fiziksel ve zihinsel gelişimlerinin izlenmesinin insanlığın düşünme biçiminin mit, büyü, inanç ve din vb. konuların aydınlatılmasında anahtar bir işlev görebileceğini söylemiştim. Buradan hareketle soyut düşünme yeteneğine sahip olmayan çocukların onun yerini düş gücü ve bir kurguya dayanan hikayelerle doldurmasını ele alalım. Ne zaman, nerede ve nasıl başladığını bilemesek de ilk insanların yeterince soyut düşünme yeteneğine sahip olmadığını ve bunun yerini tıpkı çocuklardaki gibi düş gücü ve hikayelerle doldurduklarını tahmin etmek çok zorlama bir varsayım olmazdı. Zira soyut bilginin gelişmesi için somut bilgiye başka deyişle ampirik bilgiye ihtiyaç vardır. Deneyimlenmiş, sağlaması yapılmış kesin bilgi ampirik bilgidir ve bu tarz bir çok bilgi bir araya geldiğinde insan tarafından gözlemlenmiş sonuçları ile kıyaslanarak o sonuçların oluşma nedenlerinin ortaya çıkmasına neden olur. Başka deyişle bilgi yığını içinde duran hakikati insan zekası gerekli boşlukları doldurarak tamamlar ve görür. Bilemeyen insan iç güdüsel olarak bilmediğinden korkar onu tanımlayabilmek için kendi düş gücünü devreye sokar, onlara ait hikayeler uydurur vb. böylece büyük ruhlar, kutsal varlıklar, mitler ortaya çıkar. Bu güçlü varlıklar, kutsal ruhlar karşısında aciz durumda kalan yabanıl insan bu durumun üstesinden gelmek için doğada onu ürküten şeyleri taklit ederek (mimesis) hem bu korkuyu yenmeye hem de korkunun kaynağındaki gücü nötralize etmeye çalışır. İşte burada büyü ve ritüeller ortaya çıkar. Klânlar büyüdükçe sorunlar da büyür, güvenlik, beslenme ve barınma sorunlarının yanı sıra klânın devamlılığını sağlamak için ortak değerlere ihtiyaç doğar, burada mitler, tabular ve giderek klânın alameti farikası olan totemler ortaya çıkar. Totemleri klânlar halinde yaşayan yabanıl insanların sancakları olarak düşünebiliriz. S. Freud’un Julius Pikler’den aktardığı gibi; “İnsanoğlu hem topluluklar hem de bireyler için yazıda sabitlenebilecek bir ada gereksinim duyar… Dolayısıyla totemizm insanın dini değil pratik, günlük gereksinimlerinden doğmuştur. Totemizmin özü olan adlandırma ilkel yazı tekniğinin bir sonucudur. Doğası gereği totem kolayca çizilen bir resim yazısı gibidir.” (3)
Tabi bu totemler tek başına yetmez, aynı zamanda hem totemlerin kutsallığının yeniden üretilebilmesi için hem de toplumsal hayatın aidiyet içinde renklendirilebilmesi için ritüellere ihtiyaç vardır. Tam da burada belki de zurnanın zırt dediği yere geliyoruz; toplumsal yaşam için giderek daha büyük önem arz eden bu ritüellerin sorunsuz ve disiplin içinde geçirilmesi için klân içinden birilerinin sorumlu olması gerekir. Bunun için bilinemeyen doğayla bilgi alışverişi için taklit, dans, müzik ve tıbbi bilgi vb. yeteneklerini kullanan kişiler biçilmiş kaftandırlar. Tabi ki birden bire değil ama süreç içinde bu işleri yapmak ya da bunlardan sorumlu olmak rastlantıya bırakılamayarak özel kişilere olan ihtiyaç, topluluk ile bilinemeyen öte dünya arasında iletişim kuracak yeni bir aracı figürün doğmasına neden olur. Böylece şamanlar ortaya çıkar. Onlar şarkı söylemek, dans etmek, bilinemeyenden haberler getirmek, hastalıkları iyileştirmek ve ritüelleri yönetmek zorundadırlar. Burada genelleme yapmak doğru olmaz, (zira günümüzde halâ kendi şamanlarını saygın ancak eşit birey olarak gören yabanıl insan toplulukları olduğunu biliyoruz) bununa birlikte belki de insanlar arasında siyasal iktidarın ilk tohumlarının buradan atılmış olması mümkündür. Ancak avcı toplayıcı yabanıl topluluklar göçebe dolayısıyla da ekolojik bir yaşam sürdürdükleri için sofistike düzeyde sembolik bir dünyaları yoktu bu yüzden de tapınma hayatın merkezinde değildi. Tapınmanın toplumsal hayatın merkezine geçmesi için daha gelişmiş bir toplumsal düzene, daha gelişmiş tapınaklara ve tüm bunları anlamlandıracak daha gelişmiş bir sembolik dünyaya (yani yerleşik düzene, uygarlığa, tapınaklara ve ruhban sınıfına) ihtiyaç vardı. Yani dinin doğmuş olması için klân içinde sivrilerek öne çıkan bir şaman yeterli değildi bunun için çok daha fazlasına klân içinde saygınlıktan öte hiyerarşik bir asimetri elde ederek organize olmuş bir ruhban sınıfına ihtiyaç vardı. Bu ruhban sınıfı sayısal olarak genişlemiş ve artık beslenme ve barınma zorluğundan ötürü muhtemelen bir arada yaşamayıp bir arı kovanının oğul vermesi gibi kendi yoluna düşerek dağılan klânın kollarını bir araya getirerek klânın kutsal hikayesinin devamlılığını sağlamak zorundaydı. Bunun için yılın belli dönemlerinde düzenlenen kutsal günler, bayramlar, sunaklar, yarışmalar, eğlenceler vb. çok elverişli olmalıydı. İşte bence tam da bu ihtiyaç yüzünden tapınaklar doğdu. Göbeklitepe’nin hikayesi avcı toplayıcı olup bir dine sahip olan insan topluluklarının yılın belli dönemlerinde burada büyük törenler düzenleyerek bir araya geldiklerini anlatıyor. Bu o zaman için görkemli tapınaklarda görev yapan ve tüm ihtiyaçları klân tarafından karşılanan bir ruhban sınıfının varlığını da işaret ediyor. Bu dinin ortaya çıkışı hakkında iyi fikir veren bir hikaye. Buradan biraz daha ilerlersek klânın nüfusunun artmaya devam etmesi ile birlikte yılın belli dönemlerinde bir araya gelerek kutsal ya da sosyal ritüellerle klânın birlik dayanışmasını sürdürmek yerine iklim ve coğrafya açısından elverişli bir yere konuşlanarak tüm klânı oraya yerleşmeye ikna etmek toplumsal emek açısından daha az maliyetli olabilir. Böylece klânın tüm kollarının insan gücünün bir araya gelerek oluşturacağı sinerjiyi ve toplumsal örgütlenmenin hızla atlayacağı basamakları düşünün. Böyle bakınca Çatalhöyük’de Kızılırmak kıyısına konuşlanan Çatalhöyüklülerin neden böyle yaptığını, eski Mısır’da Nil Deltasında Nehrin akış yönünü setlerle ve barajlarla düzenleyen ve büyük ölçekli tarım ve hayvancılık için yeni yeni olanaklar yaratan organize aklın (uygarlığın) kapısının nasıl açıldığını daha iyi anlıyoruz.
Sonuç:
Yine başlangıçta atıfta bulunduğum E. Durkeim’ın; “Din toplumsal bütünleşmenin vazgeçilmez şartıdır” cümlesine dönecek olursak… Toplumsal bir hayatın sürekliliğinin olması için o toplumsal hayatın bileşenlerini bir araya getirecek ve bu bileşenler arasındaki ortak paydaları yeniden üretebilecek bazı temel dinamiklere ihtiyaç olduğu görülmektedir.İşte din tam da bunu yapmaktadır. Günümüzden bakınca geçmişte dinin klânlar ve şehir devletleri için yaptığını bugün ulusal ölçeklerde milliyetçilik yapmaktadır. Bu bakımdan milliyetçiliği günümüzün dini olarak algılamak hiç de yanlış bir tanımlama olmaz. Yine dinin toplumsal bütünleşmenin şartı olması hali onun bir özne olmaktan çok bir yüklem olduğuna da işaret eder. Toplumsallık hangi çapta olursa olsun bir özne tarafından toplumsal birliğin sürdürülmesine dair mevcut bir irade bulunması gerekir. Bu irade ise siyasal iktidar yani devlettir. Nüfusu artan klânı bir arada tutmak hedefiyle ortaya konmuşsa belki proto (ilkel) devlet olarak bir şehri ya da ülkeyi bir arada tutmak amacıyla ortaya konmuşsa bildiğimiz devlet olarak ortaya çıkar. Eski Mısır’da Akhenaton’un ülkede birliği sağlamak için tek tanrılı dine geçmek istemesi ve eski çok tanrılı dine karşı savaş açması bu durumu çok güzel açıklar. Ancak din gücünü ritüellerden ve geleneklerden alır bu yüzden de zamanı gelmedikçe dinde radikal değişikler yapmaya çalışmak başarısızlığa mahkûmdur. Din ile devlet ve gelenekler arasında karşılıklı bir geçirgenlik söz konusudur. Dini ve geleneği arkasına almayan bir devletin sürekliliği büyük tehdit altındadır, keza devlet ve gelenekle uzlaşmayan bir dinin geleceği nerdeyse olamaz. Önerdikleri yeni yaşam tarzlarıyla birer devrim olarak kabul edilen bütün dinlerin başına gelen devletle ve gelenekle uzlaşarak yozlaşmaktır. Bu sayede dinler yerleşik hayatın bir parçası olmayı ve aynı zamanda onu etkilemeyi başarabilmişlerdir. Bu yüzden anti militarist İsa’nın öğretisi bozundurularak militarist Roma’nın resmi dini haline gelmiştir, kendisi bir tanrıya inanmayan Budha’nın öğretisi yine bozundurularak Bilge Budha figürü tanrı Budha’ya dönüştürülmüştür.
Son söz olarak yine Durkeim’in; “Din toplumsal bütünleşmenin vazgeçilmez şartıdır” cümlesine J. Krishnamurti’nin “Din, deneyimlediğimiz gibi, her şeyden önce bizi bölmek için hizmet eden organize bir inanç ağını varsayar.”…
” İnanç kaçınılmaz olarak ayırır. Bir inancınız varsa veya belirli bir inançta güvence arıyorsanız, başka tür bir inançta güvence arayanlardan ayrılırsınız. Tüm örgütlü inançlar kardeşlik vaazları verseler de hepsi ayrım üzerine kuruludur.”
“Tanrı inancınızsa monoton, aptal, acımasız hayatınızdan kaçıştan başka bir şey değildir. Buna ek olarak inanç sürekli olarak insanları böler: Hıristiyan, komünist, sosyalist, kapitalist vb. İnanç fikir böler: asla insanları bir araya getirmez. Birkaç insanı bir grupta bir araya getirebilirsiniz ama bu grup başka bir gruba muhaliftir. Fikirler ve inançlar asla birleştirici değildir(**); ayırıcı, bölücü ve yıkıcıdır. (4) Cümleleriyle karşılık vermek istiyorum. Zira her ne kadar din kendi devletinin egemenliğinin sınırları içindeki ve dışındaki insan toplulukları için (din kardeşleri olarak) bir sancak altında birleşmeyi vaat etse de bu söylem pratikte başka inançlarla mücadele ve onları ortadan kaldırmak için çetin bir savaşın hücum emrinden başka bir anlama gelmez. Yüzlerce yıl süren din savaşları (haçlı seferleri ve Emevilerin cihat seferleri) bunlara en iyi örneklerdir. Bir iktidar odağı için kendi inancı ve sancağı altında görmek istediği birlik bir başkası için kendi inancına karşı yapılmış saldırı ve özgürlüğünü boyunduruk altına alma işleminden öte bir şey değildir. Aynı dine inanan insanlar arasında bile inanç farklılıklarının olması kaçınılmazdır. Amacı örgün otoriteyi ayakta tutmak olan din bu gücünü iç ve dış düşmanlar yaratarak insanları bölerek bir kısmını buna karşı birleştirmekten alır. “Kafirlerle savaştan”, “müminlerin birliğinden” ve “münafıklarla mücadeleden” söz etmeyen din neredeyse yok gibidir. Bütün dinler söylemlerini kutsal olan üzerinden kurdukları için kutsal metinleri tabudurlar ve bütün tabular gibi bütün dinler de tartışmaya kapalıdırlar. Bu çatışma ve farklı olanın boyunduruk altına alınması anlamına gelir. Dinlerde farklı inançlara sahip olanların sadece biat etme ve asimile olma özgürlüğü vardır. Bütün dinler özü itibarıyla otoriterdirler. Başlangıçta otoriter olmayan inançlar bile din olarak hayat bulmak için eninde sonunda otoriterleşmek zorundadırlar düşüncesindeyim. Bu konuda “ama bütün dinler otoriter değildir” biçiminde gelecek itirazlara karşı, otoriter olmayan inançların ne kadar din olup olmadığının ise gri alanlara ait bir tartışma olduğu düşüncesinde olduğumu belirterek yanıt vermek isterim. Bu yüzden dinler birleştirmez bölerler, sadece muarızlarını değil kendi inananlarını bile…

Notlar:
(*) Burada bilimsel karanlık deyimi bir metafor olarak kullanılmıştır ve bu metaforbilim karşıtlığımıza dair gösterge değil tersine bağımsız eleştirel düşüncemize dair bir göndermedir.
(**) Burada Krishnamurti toplumsal olarak geniş kitlelerden kabul görmek üzere ortaya konan evrensel inançlar ve fikirlerden söz ediyor. Bilgeliği kişinin kendi içinde arayıp bulması gerektiğini söyleyen Krishnamurti’nin kişisel inançlara ve fikirlere karşı olması söz konusu değildir.
- (Kaynak: https://dinsosyolojisi.com.tr/emile-durkheim-1853-1917-fonksiyonel-din-sosyolojisi/)
- Kaynak: James G. Frazer, Altın Dal 1, Dinin ve Folklorun Kökleri, S:34. İkinci Baskı, 2004
- Kaynak: Sigmund Freud, Dinin Kökenleri, S:117, Yason Yayınları 2016.
- Kaynak: Judi Krishnamurti, İlk ve Son Özgürlük, 2. Baskı, Omega Yayınları 2013.