Ulus devletin zoraki çocuğu etnik devlet

Ulus devlet aslında sosyolojik olarak bakıldığında nafile bir çabadır ancak batının maddi, teknolojik, kültürel zenginliği ve gelişmiş hak mücadeleleri sayesinde görece ekonomik ve sosyal istikrara bağlı olarak kendini yeniden üretebilen bir biçimdir. Etnik devlet ise ulus devletin bu yeniden üretim mekanizmalarının tıkandığı noktada daha otoriter ve saldırgan olarak kendine yarattığı iç ve dış düşmanlar sayesinde kırılgan bir iklimde var olmaya çalışan bir biçimdir.

Ulus devletin zoraki çocuğu etnik devlet

Besim ERARSLAN

Türkiye’de seçimler hızla yaklaşıyor ve tek adam Erdoğan’ın 22 yıllık iktidarının sonunun gelip gelmediği geniş muhalif çevrelerce sorgulanıyor. Türkiye’de son yıllarda büyük oranda (hem iktidarı hem muhalefeti ile) içe kapanan bir ülke olarak yaşamaya devam ederken çevresinde ve dünyada önemli şeyler olmaya devam ediyor. Bir yandan Rusya’nın saldırısı ile başlayan Rusya-Ukrayna savaşı bir yılını doldurup ikinci yılına doludizgin giderken diğer yandan Fransa’da Macron neo liberal küresel sistemin ihtiyaçları doğrultusunda emeklilik yaşını yükseltmeye “sosyal güvenlik reformu” diyerek çalışan sınıfların kazanılmış haklarında bir gedik açmaya çalışıyor. 

Avrupa’da bunlar olurken İsrail’de 1 Kasım 2022’de yapılan seçimler sonucu İsrail tarihinin en sağ radikal ve en Siyonist koalisyonunu kurarak yeniden iktidara gelen Netanyahu daha önce yargılanarak hüküm giydiği yolsuzlukların izini silmek ve yüksek yargıdan intikamını almak için Putin ve Erdoğan’ı örnek alarak yürütme gücünü tek elde toplamaya yönelik bir takım düzenlemelere girişti ki, koşullar da buna uygun görünüyordu. Ne var” ki evdeki hesap çarşıya uymadı Netanyahu’nun da Macron gibi “reform” dediği bu düzenlemelere karşı çıkan asker kökenli savunma bakanının kabineden istifası İsrail’de Netanyahu karşıtı bir protesto dalgasının fitilini ateşledi. Öyle ki geçtiğimiz haftalar İsrail tarihinin en büyük sokak gösterilerine tanık oldu. Protesto dalgasını bastıramayan Netanyahu şimdilik düzenlemeye ilişkin yasanın İsrail parlamentosu Knesset’e getirilmesini bir ay süreyle erteledi ve saldırılarını Filistinlilere ve müslümanlar için kutsal kabul edilen Mescidi Aksa’ya yönlendirmeyi tercih ederek içte ve dışta dikkatleri dağıtmaya çalışmakta.      

Bu yazının amacı son gelişmeleri değerlendirerek Türkiye’de ve İsrail’de neler olabileceğine dair bazı öngörüler bulunmak değildir. Kısa bir süre içinde hem Türkiye’de hem de İsrail’de olayların ne yönde gelişeceğini izleyerek hep birlikte göreceğiz, tabiî ki bu satırların yazarı olarak muradım olayların özgürlükler ve insan haklarının iyiliği  yönünde gelişmesidir.  Bu yazıda amacım bir çok bakımdan birbiriyle benzerlikler gösteren Türkiye ve İsrail deki devlet ve yönetim şekillerini otoriterleşen demokrasi biçimlerini bu yazının çerçevesi oranında ele almaktır.   

ULUS DEVLET NE OLA Kİ?

Sosyal bilimciler ulus devletin doğuşunu genellikle 1789 Fransız devrimine tarihlendirme eğilimindedirler.  Fransa’da gerçekleşenler üstünden konuşacak olursak; ticaret, bankacılık, madencilik  ve giderek de imalat sektörleri üzerinden zenginleşen yeni kentli sınıf burjuvazi elindeki sermayenin büyümesine orantılı olarak siyasal iktidardan pay talep ediyordu bunun içinde eşit yurttaşlık kavramını şiar edinen yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyacı vardı. Çünkü bir yandan geniş yığınların mülksüzleşmesi ve yoksullaşması sonucu biriken toplumsal öfke, öte yandan giderek zenginleşen yeni sınıfların hoşnutsuzluğu giderek akan toplumsal tepki sularını doğal bir birleşmeye zorluyordu.  Başka bir deyişle toplumsal meşruiyetini yitiren kilise ve aristokrasinin siyasal gücü karşısında “ayak takımını” sermaye sahiplerinin (burjuvazinin) doğal bir müttefiğine dönüştürüyordu. Bu durum Fransız devriminin ünlü “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” şiarı altında patlayan öfkesinin siyasal alanda yurttaşlık bildirgesine dönüşmesine bir ulus olarak yurttaşlık temelinde ulusal kimliğin yeniden tanımlanmasına vesile oldu. Burada amaç yurttaş kimliği altında tanımlanan o devletin sınırları içinde yaşayan her birey ile devlet arasında bir sözleşme yapıldığını karşılıklı kabullenme ve devletin bu sözleşmeye uymayı taahhüt ederken kendi yurttaşlarından da bu sözleşmeye uymayı taahhüt etmeleri ve devlet iktidarının meşruiyetini sorgulamamaları bazı yasalar çerçevesindeki  uygulamalardan hoşlanmasalar bile buna rıza göstermeleridirYani bu yurttaşlık hakları aynı zamanda yurttaşlık ödevleriyle bağlı devlet ile bireyler arasındaki bir sözleşmeydi. Burada yurttaşlar o devletin sınırları içinde yerleşik ve erişkin olan herkes olarak tanımlanıyordu (Bu sözleşmede eksik olan kadınlara oy hakkı daha sonraki mücadeleler ile tamamlanarak olması gereken yere yerleşecekti). Bu anlamda Fransa’da ulus devletin doğuşu ile birlikte bunun manevi dayanağı olan ulus ideolojisi yani milliyetçilik parlamaya başladı demek yanlış olmaz. Oysa Almanya’da durum biraz farklıdır.  Prusya da ulus ideolojisi eşitlik ya da özgürlüğü değil almanca konuşan geniş coğrafyadaki almanların birliğini amaçlar.  Burada asıl murad edilen Almanların birliğinden çok geniş bir pazarın birleşmesi için merkezi bir devletin kurulmasıdır zira Prusya İmparatorluğu hanedanın tüm çabalarına ve otoriter geleneğine rağmen 19. yüzyılda bile hala imparatorluk coğrafyasında bölgesel aristokrasi açısından parçalanmış bir tablo çiziyordu. Teker teker başka örnekler üstünde de durulabilir ancak her örnek sonuçta kendi özgün koşullarını kendi içinde mutlaka taşıyacaktır. Burada önemli olan ulusçuluk bilincinin (milliyetçilik) hangi ülkede nasıl ortaya çıktığından çok ulusçuluk bilinci ile ulus devlet arasındaki olmazsa olmaz bağlantıdır. Çünkü biri olmadan diğeri olmaz. Burada ulusçuluk bilincinin mi önden geliştiği yoksa ulus devletin mi önce kurulup daha sonra bu bilinci bir proje olarak inşa ettiği ayrıntı olarak kalmaktadır. Ünlü İngiliz düşünür Lord Acton  1862’de şöyle diyordu: “Miliyetçilik ne özgürlüğü ne refahı amaçlar; her ikisini de ulusu devletin kalıbı ve ölçütü haline getirmesinin zorunlu gerekliliğine feda eder. Gelişmesi hem manevi hem de maddi yıkımla sonuçlanacaktır.”

Lord Acton

Burada bu sözleri bir başka perspektiften “ulus bilincinin inşa edilmek istenen ulus devletin manevi harcını oluşturmaktan ve ulus devleti yöneteceklere o manevi harçtan kaynaklanan bir meşruiyet oluşturma ve bu meşruiyetten hareketle artık kitlelere dönüşmüş olan modern halk topluluklarının siyasal iktidarın kendilerini iktidarsızlaştırmasının rızasını temin etmeyi sağlamaktan başka işlevi olamaz” diye de okuyabiliriz.  Bu satırların yazarı devletin örgütlenmiş bir şiddet mekanizması olduğuna inanan biri olarak bütün devletlerin sadece şiddetten ibaret olmadıklarını yönetmek üzere iktidarsızlaştırdıkları bireylerin de ya rızasını almak zorunda olduklarını ya da en azından onları tamamen kaybetmemek için tarafsız kılmak zorunda olduklarını bilmektedir.  İşte bu rıza üretme mekanizmalarının biçimi aynı zamanda devletin sistematik işleyiş biçimini (devlet biçimini de) belirler.  

Tam da bu noktada bu modernite ile ulus devlet arasındaki bağlantıdan bu  yazının konusu olmaması ve üzerine ciltlerce kitaplar yazılabilecek kadar ana bir başlık olmasına rağmen kısaca değinmeden geçemeyeceğim. Modernleşmenin bir yandan sanayileşme, kentleşme, köylülerin giderek topraksızlaşması, kentlerin varoşlarında topraktan koparılmış mülksüz yeni bir işçi sınıfının doğuşu vb. ile öte yandan da eski içe kapalı cemaat yapılarının çözülmesi kırsalda kendi bölgelerinde gözden uzak yaşamakta olan Yahudiler, Çingeneler, azınlıktaki dini inançlar, azınlıktaki etnisitelerin  vb. nin de büyük kentlerde giderek daha görünür olmasını tetiklediği bir gerçektir. (bkz. Zygmunt Bauman)   

İşte bu geniş değişim ve geleneksel yaşam tarzlarının çözülmesine, altüst oluş süreçlerinde imparatorlukların çöküş ya da parçalanma sürecine girmeleri ve savaşlarla sınırların sürekli değişmesi modernleşme ile birbirlerine yakınlaşan dar coğrafyalarda özellikle de büyük kentlerde farklı kültürlerin bir arada sıkıştırılmış biçimde yaşamak zorunda kalmasına, birbirleriyle her zamankinden daha fazla etkileşime girmelerine neden oldu. Bu etkileşim baskıya asimilasyona maruz kalan azınlık topluluklarında kimlik sorunsalını öne çıkardı. Bir yandan dağılan imparatorluklarda siyasal birlik için “imparatorun kutsal yönetme hakkı” yerine konacak birleştirici bir anlatıya diğer yandan da imparatorlukların egemenliğinden kopmak isteyen halkları bir (bayrak altında) araya getirecek, azınlıktaki halkları egemen kültürün asimilasyonundan  koruyacak olan anlatılara ihtiyaç vardı.  Bu açıdan bakınca modernleşmenin aynı zamanda hem parçalanma hem de yeniden birleşme sonra yeniden parçalanma vb. dalgalı bir süreç olduğunu söylemek yanlış olmaz.   

Dikkat edilirse modernleşme ile birlikte geleneksel cemaat yapılarının, kimliklerin, sınıfların, üretim ilişkilerinin çözülüşü aynı zamanda Marksist terminolojide sözü edilen pre-kapitalist ilişkilerin çözülmesine ve de kapitalist ilişkilerinin (alt yapıda ve üst yapıda) gelişmesine denk düşmektedir. Ancak salt üretim ilişkileri ve kapitalizm üzerinden söyleyeceklerimizi kurgulamak modernleşmenin çok yönlü etkilerini göz ardı etmemize neden olabilirdi.  Zira ulus devletin (her ne kadar kapitalizm ile dolaylı olarak bağlantılı olsa da) doğrudan modernleşmenin bir ürünü olduğunu düşünüyorum. Bu modernleşmeye ayak uyduramayan ya da rekabet ettiklerİ devletlerin modernleşme konusunda gerisinde kalan monarşilerin (Avusturya-Macaristan, Prusya, Osmanlı, Rus imparatorlukları vb.) bu yüzden çöktükleri  ortadadır.  Bunu akılda tutarak ulus devletin modernleşmesini büyük oranda tamamlamış kendi entelektüel, kültürel , teknolojik ve ekonomik sermayesini biriktirmiş ülkelerde mümkün olduğunu söylemek isabetli olur.  

Bu uzun girizgâhtan sonra ulus devleti oluşturan etmenler arasında ulus bilincinin, siyasal iktidarının yurttaşların rızasını almış olmaktan kaynaklanan toplumsal meşruiyetinin öneminin bir kez daha altını çizmek isterim. Zira bir ulus devleti ulus devlet yapan buna bağlı olarak da o ulus devletin egemenlik sınırları içinde yaşamakta olup o devletin yasalarında yurttaş olarak tanımlanan halk kesimlerini de ulus yapan asıl şey siyasal iktidarın oluşturduğu toplumsal meşruiyet ile en geniş halk kesimlerinin siyasal iktidara gösterdiği rıza arasındaki bağdır.   Bu bağ kurulmadığı takdirde ne mevcut devletin ulus devlet olduğunu ne de o devletin yurttaşlarının bir ulus olduğunu söylemek mümkün olacaktır. Bunun altını çizdikten sonra şimdi konuyu biraz daha açalım.  

Dünyadaki mevcut ulus devletlerin nerdeyse hiç birinin etnik ve kültürel bakımdan homojen bir yapı oluşturduğunu söylemek mümkün değil. Ancak hal böyle iken bazı ulus devletlerin bu parçalı etnik ve kültürel yapıyı daha gerilimsiz yönetmeyi başardığı bazılarının ise bunu bir türlü başaramadığı hatta ortaya çıkan gerilimin iç savaşlara ya da yeni mikro devletlerin  ortaya çıkışına yol açtığı görülmektedir.  İlk ulus devletlerin 18. Yy. da ortaya çıkmaya başladığını kabul edersek geçen iki yüz yılda bu bakımdan fazla bir şey değiştiğini söyleyemeyiz. Öyleyse tam bu noktada baklayı ağzımızdan çıkarıp sorulması gereken soruyu sormanın zamanı gelmiş olmalı. Eğer bir egemen devlet sınırları içindeki yurttaş olarak tanımlanan halk toplulukları kendilerini ulus olma bilinci üzerinden egemen devlet karşısında bir yurttaşlık aidiyeti içinde hissetmiyorlarsa bu devletin ulus devlet olduğunu kim neye dayanarak savunacaktır? Ya da siyasal iktidarını kendini ulus devletine dair yurttaşlık aidiyeti içinde hisseden geniş halk kitlelerinin nezdinde oluşturduğu toplumsal meşruiyet ve rıza ile düşük gerilimli olarak sürdürebilen görece güçlü devletler ile bunu beceremeyen  görece zayıf devletler arasında niteliksel ya da biçimsel anlamda bir fark var mıdır varsa bu farklar yeniden tanımlanmayı hak eder mi?

James Buchanan

ABD eski başkanlarından James Buchanan,  1860 yılında Kongre’ye yaptığı ’yıllık ulusa sesleniş konuşması’nda şöyle açıklıyor: ”..Birliğimiz, halk iradesine dayanır. Bu birlik, hiçbir zaman iç savaş ile yurttaş kanı akıtarak pekiştirilemez. Birliği korumak için Kongre’nin elinde uzlaşmaya dayalı birçok olanak vardır. Ancak, bu olanaklar arasında birliği, şiddet kullanarak korumayı amaçlayan bir kılıç yoktur..”.

Yani diyor ki bir yerde bir birlik olacaksa rızaya dayalı bir birlik olmalıdır aksi takdirde zorla, şiddet kullanarak birbirinin kanını akıtarak birlik olunmaz. Ne gariptir ki; birleşik devletler de Buchanan’nın bu tarihi sözlerine yeterince kulak asılmadığı için bu sözleri söylemesinin ardından bir yıl sonra köleliği savunan Güneyli konfederasyonun isyanı ile tam dört yıl sürecek bir iç savaş başladı ve sonunda Güneyin yenilgisi ile sona erdi. Ancak savaşın muzaffer Başkanı Abraham Lincoln daha savaş alanındaki barutun ve ateşin dumanları tüterken Güneylilerin bir suikastı ile öldürüldü.   O günden bu yana geçen 158 yılın bilançosuna bakınca savaşta kazanmanın birleşik devletlere birlik getirmediği gibi savaşın sonunda kölelik yasal olarak yasaklanmış olsa da özellikle güney eyaletlerinde yaygın biçimde var olmaya devam siyahlara ve diğer etnisitelere karşı ırkçılık ve ayrımcılığın varlığı iç savaşın temel sorunu çözmekte pek başarılı olamadığını ve Başkan James Buchanan’ın tarihi öngörüsünün bir bakıma doğrulanmış olduğunu söyleyebiliriz.

Tekrara girmemek için kısaca özetlersek yukarıda söylediğim gibi “ulus devleti kendi yurttaşları ile kendi kurduğu ulusal anlatı üstünden tanımlayan aynı zamanda onlarla rızaya dayalı hakları ve ödevleri belirlenmiş bir sözleşme çerçevesinde davranan devlet” olarak tanımlamak mümkün.  Ancak ne kadar kapsayıcı olsa da her tanım eksik bir tanım olduğu gibi burada yaptığımız bu tanım da muhtemelen günümüzde bölgesel ve etnik savaşların süregeldiği bir dünyada bir çok durumu açıklayamayacak ve tanımsal olarak kapsamayacaktır.  İşte bu durumu açıklamak ve daha anlaşılır kılmak için bu noktada Juan Jose Linz ve Sammy Smooha tarafından dile getirilen Etnik Demokrasi, Etnokrasi ya da Etnik Devlet tanımı ele almak isterim.

ETNİK DEVLET DE NE OLA Kİ?

Ulus devleti geniş kapsamlı modern bir devlet tanımı olarak tanımlayıp ondan sonra da önüne yanına başka ekler ekleyerek durumu izah etmek siyaset bilimi açısından da kavramları yerinde ve ekonomik kullanma açısından da çok işlevsel değil düşüncesindeyim. Ve belli ki kavramsal açıdan bu konuda bir yetersizlik  olduğunu görmüş olsalar ki hem Linz hem de Smooha aynı konuda literatüre katkıda bulunan araştırma ve eserlerini ortaya koyma ihtiyacı hissettiler. Burada Sammy Smooha’nın etnik devlet ve etnik demokrasi üstüne yaptığı zihin açıcı çok kapsamlı değerlendirmeleri kısaca anmak isterim. Smooha kendi metodolojisi içinde etnik devlet biçimlerini oldukça ayrıntılandırmış  bundan oldukça yararlandığımı ve bana ilham verdiğini itiraf etmekle birlikte kendisinin bu araştırmalarından çıkardığı sonuçlara katılmıyorum, çünkü bu kadar ayrıntılı araştırmayı bilimsel merak güdüsünden çok İsrail devletinin etnik olarak ayrımcı (apartheid) olmasını ve kötü demokrasi sicilini aklamak böylece de onu batı demokrasileri liginde İsrail için çok da kötü olmayacağını düşündüğü 2. Lige yerleştirmenin teorik gerekçelerini oluşturmaya çalışmak için yaptığı düşüncesindeyim.  Ancak bu yazıda muradım etnik devleti kavramlaştıran bu siyaset bilimcilerin tezlerini eleştirmek değil genelleyici ulus devlet kavramının sahada kapsamadığı özgün durumlar üzerinden etnik devlet kavramını ayrıntıları ile ele almak bu kavramın içerdiği tanıma uyan devletleri ve durumları daha anlaşılır biçimde ifade edebilmektir.

Peki öyleyse; “Etnik Devlet nedir” diyerek sözü uzatmadan soralım ve bunu açıklamak için yine yukarıda yaptığımız ulus devlet tanımından yola çıkalım.  Yukarıda kısaca “ulus devleti kendi yurttaşları ile kendi kurduğu ulusal anlatı üstünden tanımlayan aynı zamanda onlarla rızaya dayalı hakları ve ödevleri belirlenmiş bir sözleşme çerçevesinde davranan devlet” olarak tanımlamıştık. Bu tanımın asıl anlamı devletin kendi yurttaşları ile kurduğu bağda, yurttaşların devletin onlara sunduğu anlatıyı ve tanımlanmış yurttaşlık haklarını ne kadar benimseyip içselleştirdiklerinde saklıdır.  Bu ise devletin ulusal anlatısının kendi yurttaşlarının bir kısmını yeterince kapsamıyor olsa bile en azından dışlayıcı olmaması ile ilgili bir durumdur. Devlet kendi anlatısını kurarken etnik bir temele değil o coğrafyada yaşayan tüm insanların yurttaşlık  bağına dayandırıyorsa bu devletin kitleler nezdinde rıza üretmesini kolaylaştırdığı gibi krizler karşısındaki kırılganlığını da azaltacaktır.  Tabi ki bu istenilen ulus devletler açısından  bir bakıma ideal olandır. Ancak pratikte işler pek öyle gitmez en demokratik geleneklere sahip ulus devletler bile savaş ya da derin kriz anlarında kendi yurttaşlarının rızasını önemsemeyi unutmaya ve kendi demokratik geleneklerinden taviz vermeye pek teşnedirler.  Endüstriyel, teknolojik, kültürel, ekonomik ve siyasal açıdan en gelişmiş zenginliği görece toplumsal tabana (orta sınıflara) yayabilmiş ülkelerde bunlar olurken bu derece gelişememiş ve zenginleşememiş refahı tabana (orta sınıflara) yayamamış ülkelerde neler olmazdı değil mi? Bunları da bir yana koyalım ve gelelim etnik devletin tanımına.

Türk Etnik Devletinin Hizmetkarları

Günümüzde bir devletin sahip olduğu siyasal iktidarın meşruiyetini dayandırdığı yer (ya da onu kendince tanımlama biçimi) o devletin biçimini belirler. Ulus olarak tanımlanan o devletin sınırları içinde yaşamakta olan halk kitleleri ayrım yapmadan bir ulus tanımına dahil ediliyorsa ve bu ulusun rızasını almaya yönelik parlamenter mekanizmalar kurulmuşsa bu devlet hepimizin bildiği ulus devlettir. Yok bu devlet iktidarının meşruiyetini meşruiyeti kendinden menkul kutsal bir kişi (Bir imam, bir Ayetullah, bir rahip, bir Kral, bir İmparator vb.) den alıyorsa o devlet otokratik devlettir. Devlet otokratik olmakla birlikte kendine sosyalist olarak tanımlıyorsa o devleti otokratik sosyalist olarak tanımlamak gerekir(bkz. Kuzey Kore). Ancak bunlar dışında bir devlet bulunduğu coğrafyayı sadece kendi etnik kökeninden gelenler için bir yurt olarak kabul ediyor, diğer azınlıkları yurttaşlık haklarına sahip olmaya değer görmüyor ve kendisini yalnızca tanımlanmış egemen etnik kimliğe sahip kişilere karşı sorumlu ve onların denetimine (rızasına) ehil görüyorsa bu devletin adı Etnik Devlettir.  Okurlar bu tanımın sadece bir girizgah olduğunu bir cümleye sıkışmış olmasından dolayı yetersiz olduğunu asıl kavrayışın ancak sahadaki örneklerle kıyaslamalı yapıldığında ortaya çıkabileceğini de lütfen hesaba katsınlar.

Şimdi sadede gelelim. Peki bu etnik devlet tanımına hangi devletler uymaktadır?

Modern zamanlarda etnik devlet olarak ilk akla gelen örnekler, İsrail ve Apartheid dönemi Güney Afrika Cumhuriyeti gelmektedir. Ancak aslında liste bunlardan ibaret olmayıp çok daha kabarıktır.  Söz gelimi selefi Suudi Krallığı her ne kadar teokratik ve otokratik bir biçim içerse de ülkede resmi olarak var olan kast sistemi Suudi olanların kast sisteminin üstünde hem Suudi olup hem de kraliyet ile soy bağı olanların ise en tepede yer alması teokratik rejimi bazı açılardan etnik devlete yaklaştırır.  Yine Sovyetler birliğinin ve Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyetlerinin dağılması sonucunda ortaya çıkan mikro devletlerin bir çoğunun etnik devletin temel ölçütlerine denk düştüğünü söylemek mümkün.  Bu yazıda küresel bir Etnik Devlet taraması yaparak bunları değerlendirmek yerine kendi ve yakın coğrafyamızda seçilmiş iki örnek Türkiye ve İsrail üzerinden  benzerliklerini ya da benzemezliklerini de okuyucuya bırakarak bir değerlendirme yapmak istiyorum.

TÜRKİYE’DE ETNİK DEVLETİN DOĞUŞU

Türkiye’de etnik devletin doğuşu bir türlü modernleşmeye ayak uyduramayan Osmanlı İmparatorluğunun çöküşe geçmesi ile başlar. Modernleşme konusunda Avrupalı devletlerin gerisinde kalan Osmanlı ilk olarak Lale Devri ile kısa bir denemede bulunmuşsa da bu dönem kısa sürmüştü. Ondan sonra bu geriliği kabul etmek ve devleti kurtarmak için ilk olarak 1839 Tanzimat Fermanını beklemek ve yeni islahat formülleri aramak durumunda kaldı.  Bunun da başarılı olmaması ve 1876’da I. Meşrutiyet’in  ilanı ardından  II. Abdülhamid’in 30 yıllık otokratik iktidarı savaşlar, çalkantılar 1908’de II. Meşrutiyet ilanı, 1909 31 Mart darbesi, ardından İTC (İttihat ve Terakki Cemiyet’nin iktidarı),  1912-1913 Balkan savaşları ve 1914 I. Dünya Savaşına kadar olan dönem hep devletin modernleşememesinin yarattığı sıkıntılarla geçti . Yapılmak istenen islahatlar (reformlar) bir türlü istenen sonuçları vermiyordu. Zira iktidar sahipleri ve o zamanın münevver (aydın) kesimi modernleşmeyi çökmekte olan devleti kurtarma projesi olarak görmekte ısrar ediyorlar batının aydınlanma mirası ve onun yarattığı entelektüel, kültürel, teknolojik, ekonomik ve sosyal birikim üzerinden modernleşmeyi bir süreç olarak yaşadığını başka bir deyişle bunun bir biçim değil öz içerdiğini anlayamıyorlardı.  Osmanlının münevverine göre devleti ıslah etmek için önce ordudan, bürokrasiden başlamak gerekiyordu.  Burada konuyu uzatmadan özetlemek gerekirse Osmanlının derdi, ordudan ve bürokrasiden başlayarak devletin yeniden yapılandırılması, milliyetçilik rüzgarıyla batıdaki topraklarının birer birer kaybedilmesine dur demekti.  Bunun için yapılması gerekenler listesinde seçkin öğrencileri, askerleri batıya eğitime göndermek, ülkede batı tarzı okullar açmak, maliyenin ve ordunun modernizasyonuna batılı tarzda yeniden örgütlenmesine hız vermek, ordunun seçkin subaylarını batı aklı ve yöntemleriyle eğitmek idi. Bunun için ilişkilerin o dönem daha iyi olduğu ve Osmanlı Devleti için İngiltere ve Fransa’ya göre “daha az” emperyalist görünen Almanya (Prusya) bu iş için biçilmiş kaftandı.  

Colmar Von der Goltz Paşa

Böylece Alman subaylar Osmanlı ordusunda önemli önemli roller almaya başladı. Özellikle İttihat ve Terakki Cemiyetinin kuruluşu ile birlikte Cemiyetin liderlerinden Enver Paşa’nın hararetli bir Alman taraftarı olması ile birlikte  Alman subaylarının etkinliği arttı. Bunlar içinde Goltz Paşa da denilen Colmar Von Der Goltz’un özel bir yeri vardır. Zira Osmanlı gibi bir sürü sıkıntılar  yaşayan Prusya imparatorluğunda Osmanlının  sonunun yaklaşmakta olduğunu muhtemelen alman askerler de görüyorlardı. Hem batıda eğitim almış olan Jön Türklerin batıda milliyetçiliğin yükselişinden etkilenmeleri hem de Alman subayların telkinleri ile 1908 de II. Meşrutiyet ile birlikte kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti başlangıçta tüm batılı sosyal cereyanları (azınlıklardan, sosyalist ve Turancılara kadar) kapsayan bir şemsiye iken kısa sürede azınlık ve sosyalist unsurları bünyesinden tasfiye ederek saf milliyetçi bir örgüte dönüştü. İttihat Terakkinin ilk toplantılarından birine katılan Goltz paşa’nın İttihatçı Osmanlı subaylarına “Osmanlı’nın çöküş sürecinden kurtulmasının imkansız olduğunu ve Türklerin yakın gelecekte Avrupa’da barınmasının çok zor olacağını en akılcı çözümün Anadolu’da Türklüğe dayanan bir devlet kurulmasının olduğunu” söylediği yazılır.  Bu cümleyi buraya almış olmamın nedeni hem Goltz Paşa’nın Balkan Savaşı ve I. Dünya savaşı ile gerçekleşen öngörüleri hem de İttihat ve Terakki’nin savaş ı fırsata çevirerek ermeni Meselesini kökten “halletmesinde” hem de savaş sonrası onun politik mirasını, kadrolarını ve aynı zamanda ideallerini büyük ölçüde devralan Mustafa Kemal Paşa’nın Milli Mücadele yılları ve sonrasında Anadolu’da Türklüğe dayalı bir devlet kurma hayalini kendisine nihai bir amaç edinmesinde, rumların Anadolu’dan sürülmesinde çok net olarak görmekteyiz.

Osmanlı’da 1914 de savaştan hemen önce yapılan son nüfus sayımında toplam tebaanın nüfusu 14 milyon çıkıyordu. Bu nüfusun neredeyse 3.5 milyon kadarı ise gayri- müslimlerden  oluşuyordu. İşte İTC (İttihat ve Terakki Cemiyeti) nin iktidar olduktan sonra modern Türkiye’nin kurulması için çözmesi gereken asıl sorun buydu, yani gayri Müslim nüfusu Müslüman nüfus karşısında makul bir azınlık seviyesine çekmek. En büyük gayri Müslim topluluk olan Ermeniler ile sessiz topluluk Süryaniler  I. Dünya savaşı esnasında sistematik biçimde topraklarından sürülerek devlet ve paramiliter çeteler işbirliği ile kırıma uğratıldılar.  İkinci büyük topluluk olan Anadolu Rumları ise Milli Mücadele’nin Yunan Ordusu ile Türk Ordusu arasındaki sıcak savaş bahane edilerek hem savaş esnasında hem de savaştan sonra mübadele Anadolu’dan sürüldüler. Son büyük gurup Yahudiler ise 1936 Trakya olaylarından başlayarak Cumhuriyetin sistematik politikaları ile göçe zorlandılar.  Zaten 1923’de Cumhuriyet Mustafa Kemal Paşa tarafından ilan edildiğinde 1915’de arzulanan gayri Müslim nüfus oranları büyük oranda gerçekleşmişti.

       Bir yanda bir türlü modernleşemeyen bir toplum ve devlet, öte yandan savaşlar darbeler, katliamlar, soykırımlar, komplolarla geçen (1908’i başlangıç kabul edersek) bir on beş uzun yıl. Altı asırlık bir imparatorluk çökmüş, Milli Mücadele bunun mirası üzerinde yükselmiş ve önderliğini yine askerler yapmış. Milli Mücadele yıllarında ise seçilmiş değil atanmışların meclisi ile yola devam ederek bir gecede Cumhuriyete evrilmiş, entelektüel, kültürel, sosyal, teknolojik ve ekonomik neredeyse tüm birikimini bu topraklardan kovulan gayri Müslimlerle yitirmiş Türklük esasına dayalı bir ideolojiyi benimsemiş muzaffer otoriter ve bonapartist bir komutanın kurduğu bir devletten söz ediyoruz burada.  İşte etnik devlet tam da buydu. 

Mustafa Kemal

 Sözün kısası ittihatçıların Anadolu coğrafyasında gayri Müslim nüfusu “makul” azınlık (bu makul seviyenin % 5 ve altı olduğu düşünülmekteydi) düzeyine Müslümanların mutlak çoğunluğa sahip olduğu ve Türklük esasına dayalı bir “milli devlet” kurma projesi gelişen 1. Dünya Savaşı sonucunda siyasal ömrü buna yetmeyen ittihatçılardan bir bayrak yarışındaki gibi bayrağı İttihatçıların elinden alan ama onları da bir yandan destek alarak bir yandan tasfiye ederek ya da tamamen kendisine bağlayarak yapan Mustafa Kemal Paşa tarafından gerçekleştirilmiş oldu.  Ancak hem İTC ‘nin hem de Mustafa Kemal Paşa’nın ulus tahayyülü kapsamlı bir etnik temizliğe dayanan toplumsal mühendislik projesiydi. Proje Türklük üzerinden başka etnisiteleri  kırararak, sürerek, baskılayarak kurulacak bir devletin demografik yapısını Türklük lehine değiştirmeyi hedefliyordu. Kendi yurdundaki gayri Müslim halkları iç düşman olarak görerek “biz bu cumhuriyeti kanla kurduk” şiarını bayrak edinmiş bir devletin otoriter olması kaçınılmazdı, öyle de oldu nitekim.  Otoriterlik meselesinin bir gecede oluştuğu düşünülmemeli.  İlk baştan beri Milli Mücadelenin resmi olmayan tarihi incelendiğinde Mustafa Kemal iyi bir stratejist olarak hem selefi İTC’nin savaş sonrası örgütsel dağınıklığını iyi kullandı hem de kendi dışında gelişebilecek bütün Milli Mücadele dinamiklerini ya potansiyel haldeyken ya da yeterince palazlanamadan çeşitli manevralarla ortadan kaldırmayı tercih etti. Mustafa Kemal Paşa ile yol arkadaşlığı yaparak sonuna kadar onun yanında kalabilenler onun eşitleri değil kayıtsız koşulsuz kendisine biat edenlerdi.  

Bu konuda son olarak İTC tarafından başlatılarak Mustafa Kemal Paşa tarafından devralınan “milli devlet” projesinin neden sadece gayri Müslimleri etnik temizlikle ortadan kaldırmakla yetinmediği Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı İsyanı, Dersim Tertelesi vb. kırımlarla Müslüman ve dindar Kürtlere de Türklük bayrağı altında toplanmaya ve merkezi hükümetin otoritesine biat etmedikleri sürece Türklük dışında başka bir etnik kimliğe müsamaha edilemeyeceği görülmüştür.  ITC’ den devralınan ve Türkiye Cumhuriyetinin ana mottosu yapılan etnik temelli türk kimliğinin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın ön koşulu olduğu genç devletin kısa pratiğinde hemen anlaşılmıştır. 

Türkiye bahsini 100. Yılında etnik devletin 1924 Anayasasında yazan “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi dili Türkçe, resmi dini İslamdır” yasasından hala bir adım bile uzakta olmadığını söyleyerek kapatalım. Gerek en büyük “azınlık” Kürtlerin kimlik ve haklarının tanınmasının devletin beka meselesi haline getirilmesi, Kürtlerin onlarca yıl süren haklar ve özgürlükler mücadelesinin kriminalize edilmeye çalışılarak her daim şiddetle bastırılmaya çalışılması, gerekse en büyük bütçeye sahip olan diyanet işleri başkanlığının devletin işine gelecek bir Sünni İslamı referans alarak en büyük dinsel- kültürel “azınlık” Anadolu Aleviliğini  yok saymaya ve Sünnilikle asimile etmeye çalışması önceki cümlede söylediğim yerinde saymanın ve devletin etnik niteliğinin en büyük kanıtıdır.

Bu konuda sonsöz olarak fetihçi ve militarist bir geleneğin bu coğrafyada oluşturduğu binlerce yıllık devlet kültünden söz etmek gerekir. Bu kötü gelenek bir türlü modernleşemeyen kentlerde farklı olanla eşit bir ilişki içinde ticaret yaparak, kültürel etkileşim yaparak yaşamayı öğrenememiş kaba  bir bozkır kültürü ile birleşince siyasal iktidar sahiplerinin bu devleti kuruluşundan itibaren “ecdadlarından”  öğrendikleri biçimde bu topraklardan kovulanların mal ve mülklerini ganimet olarak işbirlikçilere dağıtarak pogrom ve mülksüzleştirmelerden yandaş bir kitle yaratma politikaları, içe kapalı toplumu düşmanlarla çevrili bir dünya ile korkutup etnik devletin temellerini atmaları daha da kolay kılmaktadır.   

ETNİK VE İŞGALCİ BİR DEVLET OLARAK İSRAİL

İsrail Devleti’nin bir ulus devlet değil de Etnik Bir devlet olduğunu söylemek aslında çok fazla kanıt gerektirmeden kolaylıkla kabul edilmesi gereken bir tez. Ancak uluslararası  diplomatik arenada  İsrail’in uzun yıllardır özellikle ABD sonra da Batı bloğunun yoğun destekleriyle ve de çeşitli lobi faaliyetleri, diplomatik manevralar , hatta güç gösterisi vb. yollarla her dönem üzerine koyarak edindiği adeta diplomatik bir dokunulmazlık var ki buna değinmeden edemeyeceğim. Uluslar arası ilişkiler ve dış politikaya bir nebze ilgisi olanlar bunu bilirler ancak ben bunu yeterince bilmiyor olanları da hesaba katarak anlatmaya çalışayım.  

Altı gün savaşları da denilen 1967 Arap-İsrail savaşından İsrail’in büyük bir zaferle çıkması tüm dünyada ilgi uyandırdığı gibi ABD’de de dış politika açısından bir strateji değişikliğine yol açtı. O zamana kadar İsrail’e destek vermekle beraber mesafeli duran Amerikan Yahudi Komitesi (AJC) soğuk savaş döneminde Orta doğudaki Amerikan çıkarları açısından İsrail bulunmaz bir partner olabileceğini keşfetti. O tarihten sonra da ABD dış politikası İsrail ile stratejik ortaklık ve her konuda tam destek yönünde gelişerek devam etti. Bu durum İsrail devletinin işlediği savaş suçları, insan hakları ihlalleri, Filistinlilere ve komşu devletlere karşı uyguladığı saldırgan politikalar karşısında BM Güvenlik Konseyinde adeta bir dokunulmazlık sağladı.  

Yukarıda da söylediğim gibi İsrail Devleti’nin tipik bir ulus devlet değil de etnik bir devlet olduğu konusu aslında çok da tartışılacak bir konu değil. Hem Sammy Smooha gibi akademisyenler hem de İsrail Yasaları İsrail Devleti’nin tartışmasız bir Yahudi devleti olduğunu çok net belirtmektedir. Uzun yıllar sürüncemede kalan İsrail-Filistin barış görüşmelerinde İsrail tarafının her türlü iki devletli çözümü reddetmesinin ardındaki neden de “İsrail Devleti’nin Yahudi karakterinin tartışmaya açık olmaması” yatmaktadır. Bu yazıda konuya yabancı olduğu halde alışılmış ezberler ve İsrail diplomasinin dezenformasyon gücünün yarattığı etki üzerinden İsrail Dış politikasını değerlendirmeye çalışan ve Filistin meselesini Hamas gibi İran destekli otoriter ve şiddet yöntemlerini de kullanan ve de şiddet iklimi için çok “kullanışlı” örgütlere havale eden ön yargılı ama seküler ve sol hassasiyetlere sahip okuru dikkate alarak biraz daha ayrıntılandırmak ve açıkçası biraz zülfü yare dokunmak istiyorum.

Konuyu daha iyi anlatabilmek için 2019 da sarı yeleklilerin eylemleri ile sarsılan Fransa’da Macron’un çıkardığı anti semitizm yasasına değinmek istiyorum. Bu yasaya göre Fransa’da Siyonizm karşıtlığı doğrudan anti semitizm yani nefret suçu olarak kabul edilecekti. Fransa’nın en önemli entelektüelleri bu saçmalığı kınamak için bildiri kaleme almalarına karşın yasa “devletin ali çıkarları” adına kabul edildi. Ve hemen ardından İsrail tarihinin en Siyonist ve iki yüzlü politik karakterlerinden biri olan Benyamin Netanyahu tarafından “İsrail’in beklentilerini karşıladığı” için Macron’a şükran duyguları iletildi.

Peki nedir Macron’un eleştirmeyi yasakladığı hatta nefret suçu saydığı bu Siyonizm? Bir öcü mü, masum bir milli ideal mi?

Ernest Gellner, “Milliyetçilik ulusların kendi öz bilinçlerine uyanma süreci değildir,ulusların varolmadığı yerde onları icat eder” demiştir. Siyonizm işte tam da her milliyetçilik gibi bu tanıma uyan bir milliyetçilik türü. Üstelik Siyonizmin diğer milliyetçilik türlerinden farkı mucidinin de belli olması. Aşağı yukarı bütün milliyetçilikler anonim iken Siyonizm de (farklı katkılar tabiî ki var) bu idealin ve isim babasının Theodor Herzl olması.  T. Herzl Yahudiler için onların egemen olduğu bir ulus devlet hayal etmiş ve bu idealin adına da Siyonizm demişti. Başlangıçta fantezi gibi görünen bu ideal 1. Dünya savaşı ertesinde Filistin bir İngiliz mandasına dönüşünce İngilizlerin de bu topa girip bu fikri desteklemeleri ile masada sahici bir seçenek haline geliverdi. Bu aşı pişirmek için çalmadık kapı bırakmayan Herzl ne yazık ki bunların hiçbirini görecek kadar yaşayamamıştı. Theodor Herzl’in hayalini kurduğu Yahudi Devletiyle ne murad ettiğinin ayrıntılarına pek girmeyeceğim ancak bir çok hayalinin gerçekleştiğini bu işin koordinatörü Dünya Siyonist Kongresi’nin adeta Herzl’in öğretisinin izini adım adım takip ettiğini söylemek mümkün.

Theodor Herzl

Filistin sorunun en yakıcı ve en çetrefil sorunlardan biri olmasının hikayesi de buradan başlar. Savaş sonrası galipler masasından Britanya İmparatorluğu kendi manda sınırları içinde yahudiler için Siyonist bir devlet kurulması fikrini destekler, amaç yüzü batıya dönük görünen (petrol ya da herhangi bir doğal zenginlik içermeyen bu coğrafyada) potansiyel devleti ileri bir karakol olarak burada bırakmak ve yerli halklarla doğacak sorunlardan en az maliyetle sıyrılmaktı. Ancak hesaba katılmayan bir çok etken vardı.

Birincisi, Siyonistlerin Yahudi devlet hayali kurduğu o kutsal topraklar bomboş değildi o coğrafyada binlerce yıldır yaşayan (en başta kendine Filistinli diyenler olmak üzere) kadim halklar vardı.

İkincisi, savaştan önce Osmanlı döneminde ortak payda İslam vesilesiyle gelişme zemini bulamayan milliyetçilik İngiliz Sömürgeciliği sayesinde kendisine geniş zemin bulmaya başlamıştı.

Üçüncüsü, İngiliz Sömürgeciliğinin niyetinin bu toprakları bir devlet kurmak isteyen Yahudilere terk etmek olduğunu ama bölgeye akın akın yerleşmeye başlayan Yahudilerin Filistinliler ile kendi yurtlarında egemenliği paylaşmak gibi bir niyetleri olmadığını anlamaya başlamışlardı.

Dördüncüsü hızla genişleyen Yahudi yerleşimleri kendi genişlemelerini sürdürebilmek için Siyonist paramiliter örgütler kurmaya ve hızla silahlanmaya başlamışlardı. Böylece genişleme konsepti ile silahlanma konsepti birbirini tetikleyecekti.  Bu daha çok genişleme için daha çok yerli Filistinlinin topraklarının işgali ya da onların topraklarından kovulması anlamına geliyordu.

Beşincisi Siyonist silahlar bir süre sonra silahsız Filistinlilerin yanında İngiliz manda idaresine de dönecekti ve bu İngilizlerin bu bataklıktan apar topar kaçarak Siyonistler ile Filistinlileri baş başa bırakmasına kadar sürecekti.   

Sonuçta modern batı değerlerini özümsemiş (teknolojik, kültürel vb.) Yahudi yerleşimciler politik konjonktürün ve de büyük bir mali destekle iyi organize olup henüz ortak dinsel Müslüman kimliği dışında bir birikime, maddi desteğe ve konjontürel avantajlara sahip olamayan hala aşiret bağları güçlü olan bölünmüş Filistin halkı Siyonistler tarafından sahada BM tarafından da masada yok sayıldı.

 Yahudi Yerleşimlerinin 1946’dan Günümüze Genişlemesi

Tüm bunları anlatmamın nedeni 1918 sonrası İngiliz manda idaresinde kalan Filistin topraklarının dünyadan toplanıp gelen Yahudi yerleşimcileri tarafından adım adım kolonize edilmesi sadece kolonize edilmekle kalınmayıp yerli halka karşı etnik temizliğe girişilmesidir. Yani 1918’den İsrail Devleti’nin kuruluşunun ilan edildiği 1948’e o tarihten de günümüze kadar devam eden süreç Filistin topraklarının Filistinlilerden etnik arındırma sürecinden başka bir şey değildir. Günümüzde de bu süreç bitmiş değildir. 1918’den 1948’e o tarihten de günümüze kadar yapılmış Filistin’in demografik yerleşim haritalarına göz atmak bile başlı başına neler olup bittiğine dair fikir verecektir. Bu konuda yeri gelmişken eklemeden geçemeyeceğim bir nokta var. O da Siyonistlerin Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasının meşruiyeti ile Nazilerin uyguladığı Holokost adı verilen soykırım arasındaki arasındaki bağ. Filistin tarihini biraz bilenler iyi bilir ki Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması ile Holokost arasında doğrudan bir bağ yoktur. Zira bu yazıda da belirttiğim gibi Siyonizm ideali Nazizm dünya sahnesinde ortaya çıkmadan önce Filistin coğrafyasında çoktan yol almaya başlamıştı. Nazilerin Almanya’da iktidara gelmesi ve savaş yıllarındaki Yahudi soykırımı Siyonizm idealini güçlendirmeye ve dünyanın her yerinden Filistin’e Yahudi göçünü hızlandırmaya neden oldu bu bir gerçek. Siyonistler tam da bu noktada Holokost’u Filistin topraklarının işgal ve ilhak edilerek Filistinlilere karşı uygulanan etnik temizliği maskeleyerek İsrail’i meşru bir devlet olarak göstermek için kalkan olarak kullandılar (bkz. Holokost Endüstrisi N. Finkelstein) ve kabul etmek gerekirse bu işi iyi de yaptılar.   Siyonist diplomasi gücünü kullanarak İsrail Devlet’nin Filistinlilere karşı sistematik olarak uyguladığı etnik temizlik, kıyım, baskı, göçe zorlama, mülklerine zorla el koyma, seyahat özgürlüklerini kısıtlama vb. politikalarını (ki bunlar Nazizm zamanında Yahudilerin maruz kaldıkları uygulamalardan teknik olarak çok da farklı değildi) kınamaya yeltenen herkesi (önemli Yahudi entelektüelleri dahil) ya anti semitizm sepetinin içine atarak ya da post truth yöntemleri ile dezenformasyon ve görmezden gelme yolları ile etkisizleştirmeye çalıştı. Bu yazının giriş bölümünde sözünü ettiğim Macron’nun 2019 da çıkardığı “Siyonizmin eleştirilemezliği” yasası Siyonist diplomasinin bu konuda ne kadar yol aldığına dair iyi bir örnektir.   

İsrail’in etnik temelli bir Yahudi devleti olmasına pek itiraz edilmese de Siyonistler ve taraftarları bölgede örnek bir demokrasiye sahip olduğu iddia ederler.  Acaba gerçekten öyle mi?

İlk olarak İsrail’in klasik batı demokrasilerinde (Britanya hariç) olduğu gibi bir anayasası yoktur. Ama bu Britanya’da ki gibi güçlü geleneklerden kaynaklanmaz. İsrail bir Yahudi devletidir ve Siyonizm onun ebesi aynı zamanda da resmi ideolojisidir. Bu aynı zamanda Yahudi olmayanların Yahudi olanlarla eşit haklara sahip olamayacakları anlamına gelir. Bu yüzden Siyonist rejim kendisini anayasa ile bağlamak istemez. İsrail’de anayasal düzeyde kararları yüksek mahkeme verir. (Onu da şimdi Netanyahu ele geçirmek istemekte). Filistin bayrağı taşımanın bile suç ilan edildiği İsrail şu an itibarıyla dünyanın Güney Afrika’daki ırkçı rejimin çöküşünden sonra ayakta kalan tek apartheid rejimidir. Bunu ben söylemiyorum önemli Yahudi entelektüelleri söylüyor.

Hal böyle olunca İsrail’deki Demokrasiyi antik çağda Atina’da kadınların ve kölelerin oy kullanma hakkı olmayan demokrasiyle karşılaştırmak daha doğru olur.  İsrail’de azınlıklar oy kullanma hakkına sahip olmakla birlikte hem kanunlar önünde Yahudilerle eşit olmamaları, hem nüfus olarak azınlıkta olmaları hem de parlamentoda temsilleri kısıtlı ve sembolik olması nedeniyle demokratik açıdan fazla bir etkinliğe sahip olamazlar. İsrail’de yasalar önünde Filistinli diye bir kavram yoktur. Azınlıklar, Müslüman Araplar, Hristiyan Araplar vb. olarak kabul edilir.

SON SÖZ

Ulus devlet aslında sosyolojik olarak bakıldığında nafile bir çabadır ancak batının maddi, teknolojik, kültürel  zenginliği ve gelişmiş hak mücadeleleri sayesinde görece ekonomik ve sosyal istikrara bağlı olarak kendini yeniden üretebilen bir biçimdir. Etnik devlet ise ulus devletin bu yeniden üretim mekanizmalarının tıkandığı noktada daha otoriter ve saldırgan olarak kendine yarattığı iç ve dış düşmanlar sayesinde kırılgan bir iklimde var olmaya çalışan bir biçimdir. Etnik devletlerdeki temsili demokrasinin var olup olmaması ya da var ise niteliği o ülkenin modernleşme derecesine, küresel anlamda dışa açık olup olmamasına ve de o ülkede var olan azınlıkların niceliksel durumu gibi parametrelerle doğrudan ilintili olduğunu düşünüyorum.

KAYNAKÇA:

  1. Sammy Samooha’nın Etnik Demokrasi Modeli Üzerine (Diren Çakmak-Hitit Üniversitesi, Sosyal Bilimler  Dergisi)  

  2. Hayali Cemaatler (Benedict Anderson-Metis yayınları)

  3. Milliyetçilik ve Kültür (Rudolf Rocker-Kaos Yayınları)

  4. Modernite ve Holocaust (Zigmunt Bauman-Versus Yayınları))

  5. Ermeni Meselesi Hallolunmuştur. (Taner Akçam-İletişim Yayınları)

  6. Pontos Gerçeği (Tamer Çilingir-Belge Yayınları)

  7. Etnik Gerilim ve Ulus Devlet (Şermin Özürküt – Yeşil Gazete)

  8. Mustafa Suphi (Hamit Erdem-Sel Yayınları)

  9. Öteki Tarih 2 (Ayşe Hür-Profil Yayınları)

  10. Filistin Tarihi (Gudrun Kramer-Verita)

  11. Yahudi Devleti (Theodor Herzl-Sümer Kitabevi)

  12. Yahudi Tarihi Yahudi Dini (Israel Shakhak-Ağaç Kitabevi)

  13. Holokost Endüstrisi (Norman G. Finkelstein-Kırmızı Kedi Yayınevi)