Toplumun imkansızlığından bireyin imkansızlığına bir yanıt olarak komünitaryanizm

Toplumun imkansızlığından bireyin imkansızlığına bir yanıt olarak komünitaryanizm
Toplumun imkansızlığından bireyin imkansızlığına bir yanıt olarak komünitaryanizm

TOPLUMUN İMKANSIZLIĞINDAN BİREYİN İMKANSIZLIĞINA BİR YANIT OLARAK KOMÜNİTARYANİZM

Besim Erarslan 

**girizgah:**

Öncelikle bir toplumsal kurtuluş projesi olarak komünizmi ele almak ve bununla karşılaştırmalı olarak birey-toplum-cemaat komünitaryanizm kavramlarını açmak isterim.

Konuya bir giriş yapalım sonra arkası gelecektir.

Komünizmin problemi ortaklaşacı bir önyargıyı benimsemekle insanın bir yanına vurgu yapıyor olması, amentüsünu bunun üzerine kuruyor olmasıdır. Ortaklaşacılık, paylaşma ve dayanışma toplumsal yaşamın olmazsa olmazları, buraya kadar tamam ama insan bunlardan ibaret değil. Uygarlık ve toplumsal yaşam kendi karmaşıklığı içinde komünizmi kendi simülasyonuna dahil edebilen yeni tarzlar yeni iktidar biçimleri yaratabilir ve yaratmaktadır da. Sanırım burada günümüzde ve de geçmişte komünizm adına savunulan totaliter düşünceleri ve uygulamaları hatırlamak yeterli olsa gerek.

Bu bakımdan önyargımız özgürlük ise bunun biricik yolu hiyerarşiye karşı oluşturulabilecek bir tutum, bunu dışlayıp hiyerarşik kültürün toplumsal etkinlik içinde yeniden üretilmesini engelleyebilecek bir etik, yaşam tarzı/refleks inşa edebilmektir. Bugün buna en yakın duran tarzı an-arşi olarak adlandırıyoruz. Yarın belki odoculuk olarak adlandırılır yada binlerce farklı adlar altında yerel tarzlar ortaya konur.

Sonuçta anarşinin arşiye (iktidara) olma tutumu ödünsüz olmadıkça kurulacak her türlü toplumsal yaşam tarzı kendi içinde üreteceği iktidarlara hazırlıksız yakalanır...yada bizzat onu kendi etkinliği içinde bizzat doğurur.

Amentüsü özgürlük olan bir düşünce olaya buradan bakmak toplumsal dayanışmayı ve paylaşmayı da bu çerçeve üzerinden kurmak zorundadır diye düşüyorum.

Bu bakımdan özgürlük ve an-arşi (hiyerarşisizlik/efendisizlik) soyut söylemlere cila olmaktan öte hayatın içinde somut bir yere oturtulmak isteniyorsa bireyi merkeze koyarak toplumsallığı bunun kutsallığı üzerinden kurmalıdır. Bireyin insan teki olarak değil toplumsal içinde konuşlanmış insan unsuru olarak tasarlanması, ele alınması düşünsel yapılanma için gerekli ipuçlarını bize verebilir.

**uygarlık:**

İkinci bir noktada uygarlık ile tahakküm arasındaki nedensellik ilişkisidir. Uygarlık öncesi dönemde ilkel koşullarda ortaklaşa yaşam insan türünün devamı ve gönenci için büyük bir destekleyici etken iken çağımızın modern merkezi endüstriyel uygarlığında ortaklaşma adına bireyin özerkliğinin gözden kaçırılması gelinen noktada insanın türünün devamına ve geleceğine adeta engel teşkil eder duruma gelmiştir.

Komünizmde bireyin yerini sorgularken uygarlığın tahakkümle bağlantılarını, nedenselliğini es geçmek ayakları havada bir tartışmayı sürdürmek anlamına gelecektir.

Uygarlık öncesinde doğa ve diğer canlılar insan topluluklarına en büyük tehdidi oluşturup onu komünal (ortaklaşacı) biçimde varlığını sürdürmeye zorlarken. Uygar toplumsal yaşam bireyi ezerek özgürlüğün ve ekolojik açıdan sağlıklı bir yaşamın (dolayısıyla da insan neslinin devamının) en büyük tehdidi haline gelmiştir.

Uygarlığın tahakkümün kaynaklarından biri olduğunu ve eleştirel düşüncemizi genişleterek tahakkümü sorgulmaya ilişkin tavrımızı uygar hayat tarzımıza kadar genişletmemiz gerektiği açıktır. Ancak bu noktada günümüzün tekno endüstriyel uygarlığına  yapılacak bir reddiyeyi uygar olmanın kendisine kadar ilerletmeyi olsa olsa buradaki (insane aklı ve uygarlık arasındaki) temel açmazın üzerinden atlamak ve tartışma için gerekli sorumluluğu üstlenmek yerine bundan kaçarak bu sorumluluktan kaçmak anlamına gelir.

Uygarlık sonrası stratejileri tartışmadan önce insanın ve uygarlığın ne olduğunu tartışmak boynumuzun borcu olmalıdır. Nedir insan? Herhangi bir memeli türü mü? Akıllı bir hayvan mı? Konuya insan merkezli yaklaşmayacağız diye bu sorunun üstünden bu kadar kolayca atlayabilirmiyiz?

Bana gore uygarlık ve insan birbirinden ayrı olarak ele alınamayacak iki önemli olgudur. İnsan yarattığı uygarlık ile birlikte tahakkümün ve kendi köleliliğinin yaratılmasına yol açmış olsa da uygar olmaktan vazgeçemeyecek bir yaratıktır. Dahası insan uygar olmaya mahkum bir canlıdır. Onu uygarlıktan men ederseniz o bir şekilde uygarlığı yeniden yaratmanın yolunu mutlaka bulur. Sonuçta yarattığı uygarlık kendi özgürlüğünün de celladı olur. Bu bir paradoks olsa da bu soruyu sormaktan korkmamak gerekir? Uygar bir canlı olan insan kendi özgürlüğünün ve doğadan kopuşunun celladı olan uygarlığı  reddederek değil onu ancak aşarak özgür ve doğal bir hayatın yolunu açabilir, çözümünü üretebilir. Reddedilmesi gereken varolan tekno endüstriyel uygarlıktır. İnsanı insana ve doğaya yabancılaştıran bu uygarlığın dışında başka bir örnek bilmiyor olmamız olamayacağı anlamına gelmez. Bunu tahayyül etmekten kaçınmadıkça bunun olabilirliği konusunda daha fazla ipucu bulmak mümkün diye düşünüyorum. 

İşbölümü, kontrol, uzmanlaşma ve düzenin tahakkümün birer unsuru olduğu doğrudur. Peki buna karşı ne önerebiliriz? Kaos eğer düzene karşı gündeme geliyorsa bu kilidi açıcı geliştirici bir etken olarak iyidir, ama mutlak kaos da mutlak düzen kadar sıkıcı bıktırıcı bir şeydir... Uzmanlaşma ve işbölümü bizim daha karmaşık mekanizmaları tasarlamamızı kolaylaştırırken bizi yaptığımız işe yabancılaştırır, bilgiden soyutlar o takdirde uzmanlaşma ve işbölümünü bize dayatılan, bize biçilen bir rol olarak değil öz irademizle seçilen bir şey olarak tasarlamalıyız. Kontrol tahakkümün en etkin aracıdır üzerimizde kontrolün hükmüne izin vermek tahakkümü kabullenmek anlamına gelir ancak oto-kontrol yada öz-denetim denen bilinçli irademizle yapılan bir etkinlik bizim özgürlük bilinci (etiğimizin) bir ürünü olabilir.

Burada sorular çok kapsamlı ve cevapları hazır olmayan şeyler...ama biz düşünmekten korkmadan bu paradoksun içine dalmalıyız başka çaresi yok. Uygarlığın reddi ancak özgürlüğü temel alan aşkın bir uygarlıkla yapılabilir ilkellik bir çözüm olamaz. Söz konusu insan doğası ise uygarlığın insan doğasını da değiştirdiğini kabul etmek ve uygarlık öncesi insanı temel alarak günümüze ait bir çözüm üretme çabasının ayakları havada kalacağı açıktır. Bu bakımdan uygarlık karşıtı perspektifimiz yine başka bir uygar bir projeye yaslanmak durumundadır.

Benim önerim bu açmazı öncelikle felsefi temelde çözerek ufkumuzu açmak ondan sonra pratik olabilirliklere bakmaktır aksi takdirde soyut tartışmalar içinde yolumuzu kaybetme ihtimali çok yüksek...

**toplum:**

Toplumu diğer canlı topluluklarından ayıran nokta uygarlık üzerine inşa edilmiş (insan) bir yaşam biçimini ifade ediyor olmasıdır. Uygarlık öncesi insanda topluluk halinde yaşama bilinci olsa da buna toplumsal bilinç demek mümkün değil. Sürü deyince uygarlaşmamış ve uygarlaşma potansiyeli olmayan bir canlı topluluğunu anlıyoruz. Burada doğal yasalar egemendir ve sürünün üyeleri bu yasaları sorgulama durumunda değildirler. Topluma gelince uygar bir canlı olan insanın üzerinde yükseldiği uygarlıkla bağlantılı olarak kurduğu yaşam örgüsüdür. Burada toplumun üyeleri toplum tarafından kendilerine verilen rolü kabul etmekle birlikte bu rolü sorgulama hakkına ve potansiyeline sahiptirler. Yine bununla bağlantılı olarak toplumun bir referans etrafında toplanma şartına dair görüşlere  katılmak mümkün değil. Toplumun bir referans etrafında oluşmaktan çok uygarlığın ve iktidarın ihtiyaçlarına bağlı olarak ortaya çıktığını ancak kendi bekaası (devamlılığı) için toplumun üyelerinin moral desteğine ve onayına ihtiyaç duyduğunu bunu da ortak referans noktaları yaratarak, pompalayarak yaptığını insanlarını buna manüple ettiğini düşünüyorum.

Toplum (society-ing.) kavramı uygarlığa ve tahakküm toplumuna ait bir kavram iken cemaat, topluluk (community-ing.) uygarlıktan ve tahakkümden bağımsız olarak bireylerin aktif katılımı (birbirlerini seçebilmeleri anlamında) birey-toplum geriliminin asgari düzlemde yaşandığı iradi insan gruplarını ifade eder. Topluluk sürüden farklı olarak uygarlaşma potansiyeli taşıyan insanların öz iradeleri ile bir araya geldikleri ve meydana getirdikleri uygarlığa teslim olmamış bir toplumsallık biçimidir.

**birey:**

İnsan doğası itibarıyla paradoksal (tutarsız) bir varlıktır. Çünkü insan toplumsal ve ontolojik bir varlık olarak bireyliğini gerçekleştirme peşinde olduğu sürece bu paradokslara düşmekten hiç bir zaman kurtulamayacaktır. Toplumsal bir varlık olarak insan ötekilerine ihtiyaç duyarak yardımlaşma ve dayanışma edimlerinde bulunmak, bu biçimde soyunu sürdürmek, barınmak, beslenmek, geleceğini güvence altına almak gündelik hayatı paylaşmak zorundadır. Bu insanın toplumsal yanıdır. Ancak bu toplumsallık beraberinde bir örgütlenmeye gerek duyar. Ki her örgütlenmede olduğu gibi toplumsal örgütlenme de bazı kurallara ihtiyaç duyar. Bu kurallar toplumsal uygarlığın ulaştığı düzeyle doğru orantılı olarak daha kapsayıcı ve karmaşık hallere doğru evrilirler. Bu nokta ise insan tekinin ontolojik (varlıkbilimsel) trajedisinin başladığı yerdir. İlkel yaşamda varlığın devamı fiziki doğal koşullara karşı bir mücadeleye, dayanışma ve yardımlaşma etkinliklerine bağlı iken giderek uygarlaşan toplumsal yaşam çarkları içinde atomize olan insan teki bireyliğinin (ontolojik yalnızlığının) farkına varır. Bu bireyin özgürlük mücadelesinin başladığı andır. Toplum örgütlü bir insan kümesi olarak tek bir biçimde ele alınabilecek bir şey değildir. İsterseniz totaliter yada özgürlükçü bir bağlamda toplumu "insan sürüsü" olarak kavramlaştırabileceğiniz gibi yine aynı bağlamlarda söylem düzeyinde özgür bireylerin örgütlü yada örgütsüz birlikteliği olarak tanımlayabilirsiniz. Burada önemli olan bu tanımlamadan bireye ve topluma dair çıkaracağınız sonuçlardır.

**toplumun imkansızlığı:** 

Toplumun imkansızlığı hiyerarşik toplumsal örgütlenmeden önce ahlakın toplumu bitiştirip bütünleştirme ve düzenleme kaygısının başladığı yerde bu düzenlemelere, yönlendirmelere sığamayacak kadar dinamik ve egoist olan bireyin toplumsala karşı özerkliğini ilan ettiği anda başlar. Birey sonsuz bir varlık ve topluma karşı özerklik kaygısı içinde yaşarken mutlak özgürlüğün varlıksal gerçekleşmesinin izini sürer. İşte tam da bireyin sonsuz özgürlük talebinin başladığı bu noktada bireyin imkansızlığı başlar. İnsan teki bireysel varlığı seçtiği andan itibaren toplumsallık ile biriciklik, başkaldırı ile boyun eğme arasında gidip gelen sürekli gerilimli bir ilişki içinde olma durumunu kabul etmiş demektir. Bu gerilimi kabul etmeyen birey için seçeneklerden biri intihar değilse yapacak iki şey vardır ya toplumu reddederek kendi biricikliğine uygun olarak yalnız yaşamak yada toplumsala tümüyle teslim olarak bireyliğinden vazgeçerek toplumsallığın dayattığı kümeye dahil olmak.

Ahlak ile vicdan, düzen ile kaos, anarşizm ile anarşi, arasındaki gerilimin ana kaynağı toplum ile birey arasında hiç bitmeyecek olan bu gerilimdir.

Buradan çıkarılması gereken sonuç çubuğu taraflardan biri lehine bükmek yerine onları diyalektik karşıtlıkları içinde anlamağa çalışmaktır. Mutlak düzenin, ahlakın, karşıtı mutlak kaos yada mutlak özgürlük değildir. Düzen kendini dayattığında kaos kutsaldır, ahlak kendini dayattığında vicdan saygıdeğerdir, anarşizm kendini dayattığında ona karşı anarşi kaçınılmazdır vb...

**bireyin imkansızlığı:**

Tüm bunlardan hareketle komünitaryanizm (cemaatçilik) insanın biriciklik bilinci ile toplumsal dayanışma talebi arasındaki gelgitlerde devasa uygar toplumun işbölümü ve hiyerarşiye dayanan pramitsel sistemi içinde atomize olarak boğulan bireyin özgür bir hayat  için aradığı biricik yanıt olabilir diye düşünüyorum.

Merkezi endüstriyel kapitalizmin merkezileşme ve yoğunlaşma talep eden teknolojik uygarlığına karşı uygarlık karşıtlarının yaptığı gibi toptan bir red ve ilkele dönüş çağrısı yerine daha gerçekçi bir çözüm olarak devasa merkezi endüstriyel üretimi ve ulusal devletlerde, küresel medyada cisimleşen devasa merkezi toplumu reddederek merkezi olmayan kendi içinde bireylerin birbirini seçebildiği toplum-birey yabancılaşmasına geçit vermeyen, işbölümünü gönüllülük temeline dayandıran, federe cemaatlerin karşılıklı dayanışması üzerine bina edilen bir yeni özgürlükçü (anti-hiyerarşik) uygar yaşam projesinin asli unsuru olarak komünitaryanizmi tasarlıyorum.

**sonuç:**

Komünizm endüstri toplumunun ortaya çıkışıyla birlikte topraktan koparılarak endüstriyel ve ticari merkezler olan kentlerin kıyılarında toplanmaya ücretli kölelik durumuna zorlanan çalışan nüfusun mülsüzleşme ve ücretli köleleşme haline yanıt vermeye çalışan bir ütopya olarak doğdu. Bu bakımdan merkezine kapitalizm tarafından mülksüzleştirilmiş yada yoksullaştırlmış toplumsal kast ve sınıfları alması bunlara bu toplumsallık üzerindne çözümler önermesi doğaldır. Tekno endüstriyel toplumun bireyi bu derece boğmadığı teknolojk uygarlığın ölümcül sonuçlarının bu derece gözlemlenemediği ve ilerleme mitine ait hayal kırıklıklarının henüz ortaya gözle görünür biçimde çıkmadığı bir çağda, yoksulluğa, köleliğe devlete, adaletsizliğe karşı eşitlik, adalet, özgürlük bayrağını komünizm düşüncesinin alması doğal karşılanabilir.  Ancak çağımızda tekno endüstriyel sistemin bireyi hayatın her alanında büyük birader misali gözaltına alması bir yana onu bir araç olarak şeyleştirmesi bir makine gibi (işbölümü toplumsal kimlikler, hukuk, popular kültür vs. gibi etmenler aracılığıyla ) sistemin bir parçası haline getirmesi söz konusu olduğunda bireye yeterince vurgu yapmayan ve daha çok kolektif bir çerçeve içinde katılımcı ve bölüşümcü kimliği ile insan tekini tasarlayan komünizmin radikal bir özgürlük ve adalet anlayışına yanıt vermesi mümkün değildir.

Bu ihtiyacı ancak bir yandan komünitaryanist (dayanışmacı, paylaşmacı ve bağımsızlıkçı) bir temelde toplumsallık içinde konuşlanan bireyi ele alarak özgürlük etiğini buna gore kuran öte yandan da tekno endüstriyel toplumun bireyi yok sayan onu bir niceliğe indirgeyen yada soyut olarak onu atomize edici bir yalnızlığa sürükleyen burjuva komformist bir bireyciliğe cevaz vermeyen bir düşünce karşılayabilir. (Burada Stirner’in egoizmini ve bireyci anarşizmi burjuva manada bireycilikten ayrı tutuyorum)

Komünitaryanizmi burada tıpkı anarşizm gibi araçsal bir kavramlaştırma olarak tasarlıyorum. Amaç hiyerarşisiz özgür bir hayatın yolunu açmaktır. Hepsi bu...  

(mecum-A’nın 11. sayısında yayınlanmıştır)