Rojava Öcalan’ın kırmızı çizgisi mi?

Bu tablonun en kritik noktasında Abdullah Öcalan’ın rolü duruyor. Kürt özgürlük hareketi denilen devasa gücün lideri ve müzakerecisi sıfatıyla konuşuyor. Yaptığı açıklamalar, özgürlük imkânını genişletmek yerine alabildiğine daraltıyor; neredeyse her sözü, her talimatı iktidarın elini güçlendiren kapıları aralıyor.

Rojava Öcalan’ın kırmızı çizgisi mi?

Barış görüşmeleri, umut ile kuşkunun iç içe geçtiği bir süreç olarak gündemdeki yerini koruyor. PKK’nin feshedilmesi ve Öcalan’ın peş peşe yaptığı çağrılar, kamuoyunda “yeni bir sayfa açılıyor” duygusunu güçlendirmişti. Ancak süreç ilerledikçe ortaya çıktı ki, bu yeni sayfa halkın özgürlük talebini karşılamak yerine bambaşka amaçlar için açılmış. Yol haritaları, uyarına getirilirse Rojava'nın yutulması üzerine çizilmiş. Bu gerçeklik, halkın beklentileri ile müzakerelerin gündemi arasındaki uçurumu gün be gün derinleştiriyor.

Müzakerelerin heyetler ve örgütler üzerinden gizlice yürütülmesi, halkın kendi iradesi ve özgürlüğü önünde ciddi engeller oluşturuyor. Görüşme masalarında alınan kararlar, çizilen yol haritaları ve diplomatik çerçeveler özgürlüğü garanti altına almaktan uzak. Kürtlerin özyönetim ve kendi karar alma hakları tanınmadıkça, süreç yalnızca kurumlar ve örgütler arasında bir müzakere egzersizine dönüşür.

Türkiye açısından tablo net: Rojava’da herhangi bir özerk yapıya izin verilmeyecek. İktidar, askeri gücünün yanı sıra en kritik kozunu, yani Öcalan kartını gerektiğinde devreye sokuyor. Buna paralel olarak izlenen diplomatik hedef; Kürtlerin yalnızca “Suriye vatandaşı” statüsünde kalmalarını sağlamak. Bunun ötesinde hiçbir siyasi-idari yapıya sahip olmalarına izin vermemek.

Suriye’de Rojava engeli

Suriye’deki gelişmeler de Türkiye’nin bu tutumunu besleyen bir zemin oluşturuyor. Geçtiğimiz Mart ayında HTŞ yönetimiyle SDG arasında imzalanan entegrasyon anlaşması, Kürtler açısından ciddi dezavantajlar içeriyordu. Bu anlaşmayla petrol sahaları, sınır kapıları ve havaalanları yeniden devletin kontrolüne geçerken, karşılığında yalnızca eşit vatandaşlık çerçevesiyle sınırlı bazı hakların tanınması öngörülüyordu. Ancak bu, özyönetim statüsünün ortadan kaldırıldığı, siyasi kimliğin törpülendiği bir birliktelik anlamına geliyordu. SDG komutanının imzasıyla yürürlüğe giren bu anlaşma, aslında rejimin dayattığı çerçeveyi kabul etmekten başka bir şey değildi. Nitekim Esad rejiminde temel düstur olan “tek devlet” ilkesi, yeni yönetimde de geçerliliğini koruyor; bu nedenle Kürtlerin tüm talepleri bu dogmanın süzgecinde eleniyor.

Öte yandan SDG’nin hamisi konumundaki ABD, bir yandan SDG’ye güvenlik garantisi veriyor diğer yandan HTŞ ile diyalog kapısını ardına kadar açık tutuyor. Dün Kürtlere “yanınızdayız” diyen ABD, bugün “Şam’la birleşin” diye baskı yapıyor. Amerika’nın hesabı açık: Suriye’deki nüfuzunu en düşük maliyetle ve en az angajmanla sürdürmek. Bu yüzden Kürtler ne stratejik ortak ne de tamamen vazgeçilecek bir yük; yalnızca ABD’nin bölgedeki varlığını sürdürebilmesi için elde tutulması gereken bir koz. Nitekim Amerikalı yetkililer daha ötesini Kürt temsilcilerine açıkça söylediler: “Size ayrı devlet kurma borcumuz yok”! Gerçekte, uluslararası destek yalnızca merkezi devletlerle uyumlu olacak şekilde organize edilen bir dengeyi güvenceye alıyor. Kürtlerin özsavunma ve özyönetim yapılarını sürdürme talepleri genellikle diplomatik manevralarla törpüleniyor, sınırlandırılıyor.

On yıllık pratiğine bakıldığında Rojava’daki özyönetim deneyimi, Kürtler için tarihsel bir nefes borusu niteliğinde. Ancak örgütlerin gölgesinde gittikçe daralan bu nefes borusu artık kapanma riskiyle karşı karşıya. PKK, YPG ya da SDG… isimleri farklı olsa da her biri halkın özgürleşme iradesini kendi örgüt mantığına ve hiyerarşik disiplinine hapsetmiş durumda. Oysa halkın kendi kaderini eline alması, bu örgütlerin otoriter kültüründen çok daha sahici ve kalıcıdır. Çünkü özgürlük arzusu, hiçbir örgüt programına sığmayacak kadar geniştir.

 

Öcalan’ın rolü

 

Bu tablonun en kritik noktasında Abdullah Öcalan’ın rolü duruyor. Kürt özgürlük hareketi denilen devasa gücün lideri ve müzakerecisi sıfatıyla konuşuyor. Yaptığı açıklamalar, özgürlük imkânını genişletmek yerine alabildiğine daraltıyor; neredeyse her sözü, her talimatı iktidarın elini güçlendiren kapıları aralıyor. Başından beri savunduğu temel yaklaşım, Kürtlerin bulundukları devletlerle entegrasyona razı olması. Bu da hakların genişlemesi değil, tersine kısıtlanması anlamına gelir.

Buna karşın, heyetle yaptığı son görüşmesinde “Rojava kırmızı çizgim” dediği açıklandı. Bu beklenmedik bir çıkış; sürecin önceden planlanan rotasından açık bir sapma sinyali. Bu sözü devlet görevlilerinin nezaretinde mi söyledi yoksa heyetin kayıtlarına bir gözlem olarak mı yansıdı? Bilemeyiz. Heyetin gözlemi olsa basın açıklamasıyla kamuoyuna duyurulmazdı. Devletin böyle kritik bir mesajı sansürlemek yerine, kamuoyuna ulaşmasına izin vermesi ihmalle de açıklanamaz. Öyleyse bu açıklama neden ifşa edildi?

Mesajın kamuoyuna ulaştırılması iki ihtimali akla getiriyor: Ya Ankara, Şam’dan yüz çevirip SDG’yi yanına çekmeye dönük bir manevra yapıyor; ya da süreci bitirmek istediği için müzakereciye bu yönde işaretler vererek çıkış yolu hazırlıyor. İkinci ihtimal daha kuvvetli görünüyor: Böylece devlet, “bakın, Apo da yan çizdi. Örgüt silah bırakmadı, Suriye’dekiler de terör devleti kurma hevesinden vazgeçmedi. Günah bizden gitti” diyebilmenin zeminini hazırlıyor olabilir. Barış süreci bu şekilde, devletin masada samimi bir çözüm iradesiyle değil, karşı tarafın sırtına yükleyeceği suçla sona ermiş olur.

Sonuçta barışın önündeki düğüm, halkın özgürlük talebinden değil; devletlerin jeopolitik hesaplarından, örgütlerin hiyerarşik yapılarından ve uluslararası güçlerin çıkarlarından kaynaklanıyor. Rojava bu düğümün tam ortasında duruyor.