Barış süreci mi sıfır toplamlı oyun mu?

Sıfır toplamlı oyunda güçlü olan pozisyonunu korur, zayıf olan taleplerinden vazgeçmeye çağrılır. Birinin kazancının diğerinin kaybı anlamına geldiği denklemdir sıfır toplamlı oyun. Bir taraf ne kadar kazanırsa öteki o kadar kaybeder.

Barış süreci mi sıfır toplamlı oyun mu?
Mardin - Nusaybin, Ekim 2015

Son zamanlarda siyasetçilerin, barış ve kardeşlik süreci üzerine dillerinden düşürmedikleri bir söz var: “Barış süreci başarıya ulaşırsa kimse kaybetmez, herkes kazanır, demokrasi kazanır -Türkiye kazanır.” İlk bakışta bu söz kulağa hem hoş geliyor, hem mantıklı hem de umut vaat ediyor. Çünkü masaya oturan her iki tarafın sözcüleri aynı cümleyi tekrarlıyorlar. Öyle ya, savaşın, çatışmanın, silahların yerine barışı, özgürlüğü, demokrasiyi tercih etmek her zaman makul bir çağrı.

Ancak bu “kazan-kazan” türü kalıp cümleler çoğu zaman çatışmanın yapısal nedenlerini örtbas eden, güç dengesizliğini normalleştiren ve göstermelik hakları meşrulaştıran bir dile dönüşmekte. Masaya oturan taraflar eşit güç ve koşullara sahip değilse nasıl kimse kaybetmez; kimse kaybetmeden herkes nasıl kazanır? Taraflardan biri, her türlü kurumsal güce sahip, egemenliği tekeline almış bir devletken, öteki taraf, tarih boyunca bastırılan, dili yasaklanan, siyasi ve etnik varlığı inkâr edilen “yok taraf” olarak barış masasına eşit koşullarda nasıl oturabilir?

Bu durumda “kazan-kazan” diye sunulan çözüm, gerçekte bir “sıfır toplamlı oyun” hâline gelir: Güçlü olan pozisyonunu korur, zayıf olan taleplerinden vazgeçmeye çağrılır. Birinin kazancının diğerinin kaybı anlamına geldiği denklemdir sıfır toplamlı oyun. Bir taraf ne kadar kazanırsa öteki o kadar kaybeder. Bana göre, malum barış süreci tam olarak bu çerçevede ilerliyor. Çünkü, biri zaten her şeyini kaybetmiş olarak gelmiştir masaya. Ötekiyse tarih boyunca çok fazla şey kazanmış, üstelik bunu karşı tarafın kayıpları üzerinden kazanmış.

Hafızayı tazelemek gerekirse; 20. yüzyılın başında ulus devletlerin yükselişiyle birlikte Kürtlerin topluca yaşadığı bölge dört devlet arasında pay edilip Kürt nüfusu her ülkede farklı biçimlerde inkâr, asimilasyon ve baskıya tabi tutuldu. Örneğin Türkiye’de Kürt kimliği yüz yılı aşkın bir süreyle sistematik olarak inkâr edildi; bu yönlü isyan ve hak talepleri kanla, büyük katliamlarla bastırıldı; dilleri, siyasal temsilleri yok sayıldı. Şu halihazırdaki barış sürecinde bile Kürtlerin etnik, siyasi, insani talepleri hâlâ “maksimalist istekler” olarak nitelenmekte.

O halde dönüp tekrar sorayım: Kimse kaybetmeden herkes nasıl kazanır?
Gerçek şu ki, tarihsel adaletsizliklerin olduğu her durumda, "kimsenin kaybetmemesi" diye bir şey mümkün değil. Çünkü geçmişte birileri çok şey kazanmış, diğerleri ise çok şey kaybetmiştir. Hakiki bir barış için önce bu gerçeklik tanınmalı. Bu kabullenme olmadan, eşit müzakere koşulları kurulamaz. Eğer bir barış süreci sadece güçlü olanın statüsünü korumaya dayalıysa güçlü olan doğal olarak bir şey kaybetmez; ama zaten her şeyini kaybetmiş olanın yeniden kazanma ihtimali de olmadığından bu kazan-kazan değil, kaybettiğini kabullen denklemidir. Dolayısıyla, b
arış masasının güçlü için kazanım, zayıf için kayıp anlamına gelmemesi şu üç koşulla mümkün olabilir:

Birincisi, geçmişin hakikatine dair açık bir yüzleşme; kim ne kaybetti, ne bedel ödedi, bunun adı konulmadan adalet sağlanamaz.

İkincisi, telafi ve tazmin; sadece hak vermek değil, geçmişte gasp edilenin bir şekilde iadesi gerekir.

Üçüncüsü ise, eşit koşullarda müzakere; tarafların temsil gücü, karar alma yetkisi ve geleceğe dair iradeleri eşit biçimde kurulmalı. Rehineler müzakerelerin sürdürücüsü, temsilcisi, sözcüsü olmamalı. Mandela ile Öcalan arasındaki "alakasız benzerlik" dışında dünyada hiçbir çatışmalı sürecin müzakerelerinde rehineler temsilci olmadı.

Bu tür barış süreçlerinin tehlikeli yönlerinden biri de mağdurun susması üzerine kurulmasıdır. Sadece taleplerin törpülenmesini değil, geçmişin de susturulmasını içerir. Mağdur olan tarafa, konuşma hakkı çoğu zaman sadece belli sınırlar içinde tanınır. Geçmişin acıları, bastırılmış hakikatler, devlet şiddetinin bilançosu dile getirilmek istendiğinde, “barış sürecine zarar verme” tehdidi devreye girer. "Geçmişi kurcalamayın", "önümüze bakalım", "şimdi barış zamanı" gibi kestirip atmalar hakikatin üzerini örter. Mağdurdan istenen rol şu olur: Talepkâr olma, geçmişi unut, sana tanınan sınırlı haklara razı ol.

Sonuçta taraflardan biri sadece varlığını kabul ettirmeyi kazanım sayıyorsa, aslında kaybetmiş demektir.